31 Aralık 2012 Pazartesi

Yaz Kızım

Değer vermek suç değil. Merhametli olmak suç sayılıyor. Çoğunluk öyle sayınca, biz de öyle saymış oluyoruz ister istemez. Oysa merhamet güçtü eskiden, anlamlıydı da. Şimdiyse atmadığımız her tokat, dönüp dönüp yüzümüze çarpıyor.

Dinlemek suç değil. Anlatmak suç sayılıyor. Çoğunluk bize kulaklarını tıkayınca, biz de dinlememiş sayılıyoruz. Oysa anlatmak paylaşmaktı eskiden, değerliydi de. Şimdiyse kurduğumuz her cümle, dönüp dolaşıp ayaklarımıza takılıyor.

Zeki olmak suç değil. Fazla düşünmek suç sayılıyor. Çoğunluk düşüncenin suç olduğuna inanınca, biz de suçlu sayılıyoruz. Oysa düşünceler uğruna ölünürdü eskiden, yaşanırdı da. Şimdiyse kafamızda beliren her düşünce, dönüp gelip bizi boğuyor.

İnsanlar "Her şeyin hak ettiği değeri görmesi gerektiğine inanıyoruz. Ama bu dünya öyle bir dünya değil." diyorlar.

Bense biz nasıl olursak dünya da öyle olur sanıyordum.

Anladım ki öyle olmuyormuş.

23 Aralık 2012 Pazar

Araf

Duydum ki, ucu bana dokunan cümleler kuruyormuşsun arkadaş meclislerinde. Meclis oylamasıyla reddediliyormuş varlığım. Kamuoyununsa bu oylamalardan, bu oyunlardan hiç haberi yok.

Çok yalansız, az korkulu, fazlaca da müstehcen bakışların olmasaydı, bu iş buralara hiç gelmezdi bence.

Bakılamayacak kadar parlak bir ışık gibi acı veren bir güzellikti seninki.

Yaylı bir çalgıyı yalvartabilecek parmaklarının şiddet yanlısı dokunuşları, insanlığın cehennem algısını değiştirebilirdi. Ve insanı kendinden geçiren, kendinden vazgeçiren kokun ise insanın sonunu getirebilecek tadın habercisiydi belki de.

Sesin, bu cehennemin ortasında akan berrak bir nehir gibiydi o zamanlar benim için.

Şimdiyse o kadar değişti ki her şey. Seninle ilgili her şey bana cenneti hatırlatırken, sözlerin sanki bu cennetin ortasında akan ateşten bir nehir gibi kirletti bu görüntüyü.

Ne kokun, ne dokunuşun ne de bakışın kaldı artık bende.

Duydum ki hala bilincini zorlayan sanrılarda beliriyormuşum. Yani ben her zaman olduğu gibi bir varmışım, bir yokmuşum.

Biliyorum ki; senden sonra ben, var olmayanların diyarında kaybolmuşum. Hep yanmışım, hiç olmuşum.

17 Kasım 2012 Cumartesi

O Sırada, Bilinmeyen Bir Galakside

İki renk var, görüyorum. Gördüğüm deniz, gördüğüm güneş sanki senin içinde. Ama güneş dediğim ışık değil, ateş. Deniz dediğim su değil, sadece mavi. Üzerinde yaşam olup olmadığı merak edilen bir gezegensin sen. Bense, yıllar önce amatör bir gök bilimci tarafından fark edilip isimlendirilmiş, etiketli bir göktaşıyım.

Çok galaksi gezdim, çok yörünge çizdim yıllar boyu. Çok fazla gezegen gördüm, çok fazla yaşam.

Kimi içine çökmüş, kimiyse çevresinde devasa gezegenler döndüren yıldızlar gördüm.Yandıkları için mi kimse yaklaşmıyor, yoksa kimse yaklaşmıyor diye mi yanıyorlar, bilmiyorum.

Çıplak gözle görebileceğin kadar yakınından geçiyorum ilk kez. Ömürde bir kez bu kadar yakın olabiliyormuşuz, gök bilimciler böyle söylüyor.

Çarpışmazmışız, öyle diyor yine gök bilimciler. Ben senin yakınından geçip gidermişim. Belki bir-iki med cezir yaratırmışım okyanuslarında. İçinde yüzdüğüm boşluktaki hayatıma son vereceğini bile bile çarpmak istediğim tek gezegensin sen. Ama çarpmazmışım, çarpamazmışım. Senin çekimini çekirdeğime kadar hissediyorken, boşluğa doğru süzülmek zorundaymışım.

Gözümü senden ayırıp boşluğa bakıyorum arada bir. Gözle göremeyeceğin kuyruklu yalanlar dönüyor etrafında, bilesin. Muhtemelen haberin yoktur senin. Bazı şeyleri söylemezler çünkü gök bilimciler.

Sanki yavaş yavaş yaklaşıyoruz birbirimize. Atmosferin yüzeyimi yakıyor.

Anlayacağın, gök bilimcilere bile güven olmuyorken, çarpışmayacağımızın sözünü veremiyorum.

Yaklaştıkça yanıyorum...

Yandıkça yaklaşıyorum...

Yaklaştıkça...


7 Ekim 2012 Pazar

Yokkuşağı

Güneşin etrafında dolaşan sinekler, yıldız yağmurları, ay tutulması ve gökten düşen bir takım renkler...

Uçuşan sesler yakalıyorum. Bir elimde kalem, diğer elimde kırmızı. Sesler renklere dönerken zihnimde, ben dünyayı boyuyorum düşüncelerimle. Öyle ki; denizler turuncu, gökyüzü turkuaz, ağaçlar ise hala yeşil bende. Sen şeffafsın, bunu bil. İçini görebildiğim şekilde değil ama. İçin de şeffaf. O kadar yoksun ki bu renklerin içinde, o kadar olmaz.

Her telden, her metalden tat var ağzımda. Dalgalarımda zil sesleri var. Hepsi o kadar ayrı, o kadar net çalıyor ki her kıyıya vuruşta, sen olsan kulaklarını tıkardın bu güzellik karşısında. Gözlerini kapatmazdın, hayır. Çünkü o kadar güzel ki renkler, o kadar olur.

Şimdiyse biraz kırmızı, sadece biraz kırmızı lazım bana. Renklerimin solmasını sadece o engelleyecek, biliyorum. Ama kırmızı tutuluyor. Kırmızıyı güneş tutuyor hep. Kırmızı o kadar gerçek, o kadar hayat ki, o kadar işte.

19 Eylül 2012 Çarşamba

Lan Oğlum Böyle Yapma

Yapma böyle be oğlum! Ne olmuş yani yalnızsan? Gittiler işte. Hatalarından, tavırlarından dert yandığın insanların hepsi gitti. Daha dün şikayet ediyordun. Ne oldu şimdi?

Üzüleceğini düşünmüyordun biliyorum. Ama işte kocaman bir kaya yutmuşsun gibi oturuveriyor içine. Sanki onlar gitmemiş de, sen içindeki o ağırlıkla çok gerilerde kalmışsın gibi geliyor. Dur be oğlum! Koyverme kendini öyle hemen. Bakarız bir çaresine.

Sen daha önce hiç gitmedin mi? Gittin, biliyorum. Hem de kim bilir kaç kez. Onlara bakıp "Onlar niye benim gibi üzülmediler?" diyorsun, biliyorum. Üzüldüler. Sadece sen görmedin. Çünkü biri giderse, eninde sonunda giden de kalan da üzülür oğlum, unutma bunu.

Hani demiştin ya, "Bir daha o saflığı bulamayacağız abi." diye? Haklısın, bulamayacağız. Aramanın anlamı yok. Biz de değiştik be oğlum. Kirlendik, kirlettik. Hangi saflıktan bahsediyoruz?

Şimdi kendini çok yalnız hissediyorsun, biliyorum. Çevrendekiler birer birer uzaklaşıyormuş gibi geliyor. Sana küçük adımlarla yaklaşan insanlar, şimdi koşar adım uzaklaşıyormuş gibi.

Hiçkimse kalmayacak oğlum. En sonunda yanında, yanımızda kimse kalmayacak. Sana daha önce de söylediğim gibi:

Giden gidecek, ama kalan sağlar bile bizim olmayacak.

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Çıglıkların Senfonisi

Çocuk heyecanı ile sevmelere oluk oluk kanıyoruz. Aşk tanrısı dedikleri, kana susamış bir canavar aslında ya; biz melek yüzüne hürmeten açıyoruz kalbimizi. "Belki" diyoruz.

"Belki" diyorum, sen o gün o kaldırımdan inerken. "Belki bana geliyordur." Sen karşıdan karşıya geçmek için sana verilen izni sonuna kadar kullanmak üzereyken bir kamyon çarpıyor bana. Kan revan içinde şaşırıyorum güzelliğine.

Ardından hafifçe duyulan bir müzik eşliğinde yürüyorsun kaldırımda. Bu anı tamamlayan o hafif melodi bile güzelliğine saygısından birkaç adım geriden takip ediyor seni. Adımlarının, savrulan saçının sesi karışıyor müziğe. Bir süre sonra dinlemeye doyamadığım bir kadın oluveriyorsun. Gülümsüyorsun parçanın en alengirli yerinde, nakaratında belki.

Sonra dönüp bana bakıyorsun. Hayal meyal hatırlıyorum o anı. Koşmaya başlıyorsun. "Belki" diyorum o an. "Belki bana geliyordur."

Eğiliyorsun, yanağımı okşayıp gözlerime bakıyorsun. Yüzünde anlamsız bir dehşet ifadesi. "Kim, ne yaptı sana?" diye soruyorum, "İyi misin?" diyorsun. "Beni boş ver, sen..." derken yüzün kayboluyor. Kan doluyor gözlerim. Gerisi zifiri kırmızı, gerisi hikaye oluyor o an.

Yolun yarısına bile gelmemişken; yaş yetmiş ya da yetmemiş, hiç önemi kalmıyor.

Bedenimden ölü aşklar çıkıyor otopside. (Kendimi bildim bileli kanardım zaten.) İç kanamadan ölmüş diyorlar benim için.

10 Temmuz 2012 Salı

Gerçeküstü Gibi Ama Gerçek

Bir tırnağın kırılmıştı belli ki. Törpülü ve ojeli olması bunu saklıyordu belki ama değiştirmiyordu. Kadehi tutan diğer elindeyse 1159 yıllık Fransız özgüveni...

Kalabalığın ortasında kendine özgü bir duruşun vardı. Duruşundaysa biraz sancı, biraz tırnak sızısı, çokça cesaret...

Hayata diş gösterir gibi gülüyordun o akşam.

O kadar güzeldin ki; bir insana kulağını kestirebilirdin.


Seni yazmak istiyorum fakat ne söylesem fazla anlamlı geliyor. Bir resmi yazmak mümkün olsaydı yazardım elbet. Ama ne bir resmi ne de seni kelimelere dökmek mümkün değilken senin resmini yazmak...

Sen tanrının yarattığı en ihtişamlı sanat eseriyken; benim, aciz kelimelerle tanrıya rakip olmayı denemem bile mümkün değil.

O gece öyle güzel, öyle masalsı ve öyle mutluydun ki; gerçeküstü güzelliğinle yarattığın tragedyayı, saçlarınla komedya haline getirdin.

-Bilirsin; kan, komedyada gösterilir.-

Çünkü ben o gece sana geldiğimde sevgilim, saçlarından kan fışkırıyordu.

3 Haziran 2012 Pazar

iz

Dönüp dönüp aynı noktaya geldiğini hissettin mi hiç? Her şeyin değişmeye başladığını sanıyorken bir anda yolun başında arkanı yasladığın duvara çarptığın oldu mu? Yine aynı nefes darlığı, yine aynı iç sıkıntısı. Yol gözümde büyüyor. Yol uzun. Yol uzak.


Koşarak çıktığın bir kapının, kaçtığın odaya açıldığı oldu mu hiç? Tırmandığın merdivenler bodrum katına çıktı mı? Yine aynı derinlik, yine aynı sessizlik. Karanlık içimde büyüyor. Karanlık derin. Karanlık dipsiz.


Bitmesini istediğin bir gecenin ardından başka bir gecenin doğduğu oldu mu? Yeni bir gün ümidiyle gökyüzüne baktığında güneş hariç tüm yıldızları gördüğün ama güneşi, güneşini göremediğin ya da? Yine aynı uğultu, yine aynı soğuk. Gece benim üzerime doğuyor. Gece sonsuz. Gece ağır.

Görmek istemediğin bir insana her köşebaşında rastladığın oldu mu hiç? Kafanı çevirdiğin her yerde, hatta gözlerini kapattığında bile onun bakışını üzerinde hissettiğin oldu mu? Yine aynı rastlantı, yine aynı kader. Dünya etrafımda dönmüyor. Ama dünya küçük. Dünya alçak.



Yol biter, yazı kalır dediler. Gece bitti, izi kaldı.


Aşk olsun dediler. Oldu. Dünya durdu, sızı kaldı.

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Ritüel

Öylece duruyorum iskelede.

Bana sarılışının üzerinden bana göre üç yıl, saatime göre üç dakika geçmiş. O kadar insanın arasından bütün ışıltınla görüyorum seni. Geminin kıçındaki açıklığa oturmuş bana bakıyorsun gülümseyerek. Sana baktıkça, zoraki gülümsemem de yerini alıyor yavaş yavaş suratımda. Ne zaman el sallasam bilemiyorum. "Bak ben burdayım! Sen ne kadar uzağa gidersen git, ben burda olacağım! Senin için!" anlamında bir el sallamaya gerek var mı, yoksa bu işi ayrılığın "Haydi bakalım. İşte gidiyorsun." kısmına mı bıraksam bilemiyorum.

Aklıma önceki gidişler geliyor. Gidişlerin değil, gidişler. Her gidenin ardından, şu an durduğum yerden el salladım ben. Bu bir ritüel haline geldi artık benim için. İbadet eder gibi, belirsiz aralıklarla el sallıyorum aynı noktada, farklı kişilere. Gitmek de senin gibilerin ritüeli olsa gerek.

Sen o gülümsemenin arkasında neler düşünüyorsun acaba? Gideceğin yer mi var aklında; yoksa kaçmak istediğin yer mi? Birazcık ben var mıyım acaba? Senin hikayende sadece bir iskele babasıydım belki de. El sallayabilen bir iskele babası...

Denize kıyısı olan bu semtte doğdum ve bu semtin sınırları dışına hiç çıkmadım. Senin gibi güzel kadınlarla burda tanıştım ve hepinizi aynı yerden uğurladım. Gittiğiniz yerlerin hiçbirini görmedim, gittiğiniz insanların hiçbirini tanımadım.

İskeleden son halatlar da çekildi gemiye. Ben, her zaman yaptığım gibi, adı en çok yanlış yazılan şairlere sığınıp birkaç mısra okudum içimden:

Ellerinde ruh gibi ah portakal kokusu
Kırkmaları morsalkım göz kapakları saydam
Çok vapurun battığı bir liman orospusu
Bir hırsla öptüm ki ah ölürüm unutamam
Ay ışığında deniz akordeon solosu
Pırıl pırıl yaşadım üç dakika tastamam 

Ve "Amin" niyetinde bir el sallamayla bitirdim ibadetimi.

15 Mayıs 2012 Salı

Gök Dilimi



Hepimiz bir şeyler istiyoruz. Bir şeylerin gerçekleşmesini istiyoruz, bekliyoruz. O şeylerin içinde diğerlerinden ayrı "tek bir şey" oluyor kesinlikle. İşte o tek bir şey, hiçbir zaman olmuyor. Olduramıyoruz. Öyle istiyoruz ki onu, o olsa, diğerleri zaten kendiliğinden olacakmış gibi geliyor.


Hayallerimizin peşinden gitmemiz öğretildi hep. Biz hep hayallerimizin peşinden gittik, hayallerimiz de alıp başını gitti hep. Gecenin en parlak yıldızı gibi. Onu fark etmemek imkansız. Ona ulaşmak da öyle. Bazen de büyüyünce öğreniriz, bizim gördüğümüzün, o yıldızın yıllar önceki hali olduğunu. O yıldız hala var mı, orada duruyor mu, onu bile bilmiyoruz.


Hayallerimiz yaşıyor mu? Yoksa ulaştığımızda elimizdeki tek şey ölü doğmuş bir bebek mi olacak acaba?


Kolayca ulaşılabilecek hayaller hayal bile değil. Önemli olan dokunamayacağımız, daha doğrusu başkalarının dokunamayacağı, bizim de dokunamayacağımızı düşündüğü hayallere ulaşmak. Kimsenin dokunamadığı şekilde dokunmak, kimsenin hissetmediği dinginlikle ilk adımı atmak, sınırı geçmek...


Sınırı geçmekten kastım, ileri gitmek. Kimsenin göstermediği bir cüretle, aslında var olmayan ama var saydığımız sınırları geçmekten bahsediyorum. Herkesin gözü önünde, sınır nöbetçilerinin silahları bize doğrultulmuşken o dikenli telleri geçmeye cesaret etmekten bahsediyorum.


Bizim için diğerlerinden çok ayrı olan o "tek bir şey", dikenli tellerin ötesinde duruyor çoğu zaman. Uzaktan izlemek ya da yara bere içinde de olsa, son nefesinde de olsa ona ulaşmak bize kalmış.


Sen! Evet sen! Eğer cesaretin yoksa çekil kenara!


Ben koşarak geliyorum zira. Eğer istediğim orada değilse, gerekirse uçarak gideceğim.

10 Mayıs 2012 Perşembe

Biraz Soluk Sarı, Biraz da Eski Yeşil Tadında (Önemi Olmayan Etkenlerin Hikayesi)

Başladığın yerin bir önemi olmaksızın atarsın adımını. Önemli olan varacağın yerdir. Varacağın yer ise muammadır. Önüne serilmiş yollar ve önünden çekilen insanlar karanlıktır. Hava her zaman olduğundan daha yoğun, daha ağırdır. Ne hızlanan ne de yavaşlayan adımlarla devam edersin yoluna, yalın ayak.


Toprağın davetkârlığını, asfaltın dinginliğini, çeliğin soğuğunu hissedersin ayaklarında.  Önüne bakarsın, nerede olduğunun bir önemi olmaksızın.


Sonra bulutların arasına dalarsın. Gideceğin yerin aydınlığının işaretiymiş gibi gelir bulutlar; daha bir güçlenirsin. "Güneşe yürüyorum sanki." dersin ama yolun hala karanlık, görüşün hala bulanıktır.


Güneş batmaya yeltenir bir süre sonra. Tereddütte gibidir. O tereddütle fark edersin doğal olmayan şeyleri.


Yerdeki bulutlar, çelikten yollar ve cıva gibi yoğun olan hava...


Rüyada olduğuna inanırsın bir an. Buna rağmen yürümeye devam edersin, rüyada ya da gerçekte olduğunun bir önemi olmaksızın.


Güneş doğar, batmadığı halde.


Gözlerini kırpıştırarak bakarsın etrafına. Bulutsuz bir günde, yolun kenarında uyanırsın. Nereden geldiğinin hâlâ bir önemi yoktur. Gideceğin yer ise hâlâ belli değildir.

8 Mayıs 2012 Salı

Maddenin 13. Hali

-Giden insanların hepsi bir anda gitmemeli. Hepsi bir anda gittiğinde insan "yalnız" değil de "fazla yalnız" kalıyor. Birer birer gitmeli, en azından arada bir beni de götürün yanınızda.


-Her insan kıyıda köşede kendini seven birini istiyor. "Ben onu istemiyorum ama o beni hep sevsin." diyor. Kim olduğu önemli değil, insan sevilmediğini anladığında gerçekten çok üzülüyor.


-Sevdiğiniz insana dokunun. Binlerce kelime harcamadan her şeyi anlatabilirsiniz çünkü bu şekilde. Herkese aynı konuşabilirsiniz ama herkese aynı dokunamazsınız.


-"Seni seviyorum." cümlesi öyle bir hal aldı ki, bu cümleyi söylemek için hep erken gibi geliyor. Bu cümleyi söylemekse arabesk ya da çaresiz gösteriyor insanı. Affedersiniz ama, insanın insanı sikmesi, insanın insanı sevmesinden daha normal geliyor nedense.


-"Gönül ister ki..." diyoruz. Gönül çok şey istiyor. Gönül çok fazla imkansız şey istiyor. Ama biri dedi ki: "İmkansız deme. Her şey olur."


-Bazı insanlar var, bana ihtiyaç duyduklarında yanlarında olmak istiyorum. Olamadığım zaman da üzülüyorum ister istemez. "Keşke..." diyorum. Ama yine biri dedi ki: "Alış buna."


-Ben aslında ne pis bir insanmışım diyorum bazen kendi kendime. Sonra bunu yakınımdaki insanlara da söylüyorum. O yakınımdaki insanlardan biri (bu sefer başka biri) diyor ki: "Şu söylediğin bile 'güzel insan'ın söyleceği bir şey değil mi paşam? Sen güzel bir insansın, merak etme."


-Çok sıkıldığımız anlar oluyor ya hani? Ben o anlarda böyle gereksiz şeyler yazıp da sizin zamanınızı yiyorum maalesef. Bunların hepsi kendim için birer not aslında. İdare edin, olur o kadar.


-Öpüvecivokke.

Sıkıldım

İnanması güç masallar anlatıldı yıllardır. Ben varmış, sen yokmuş. Aşk kaldı evvel zaman içinde, taşındı kambur sırt biçiminde. O bana su verdi, ben insanlığımı hatırladım.


Herkes masalların gerçekliğinden şüphe etti, bense hepsini bir bir yaşadım.


Üç küçük domuzcuk masalındaki bir nefeste yıkılan saman ev de, nefesi kuvvetli kurt da bendim. Evet, kendi kendimi tek nefeste yıkabilirim.


Küçük Prens'teki "küçük" oldum bazen.


Küçük Prens'in "Büyükler büsbütün acayipmiş." cümlesindeki "büyük" olmak zorunda da kaldım.


Kağıttan geminin içinde sürüklendim. Sobaya atıldım. Evet, o kurşun asker de bendim.


Kâh kötü kurdu vurdum, kâh Pamuk Prenses'i öptüm.


Olmayan bir kişiye dip not:
Sen uyandığında gitmiştim. Kusura bakma, benim başka masallarım da vardı çünkü.


Ha ayrıca;


Midas'ın kulakları eşek kulakları!

14 Nisan 2012 Cumartesi

Olamayan Bir Hikaye

Olmayan yerler, olmayan zamanlar...


Olmayan insanların, olamayan aşkıydı bizimkisi. Var olmaya çok yakındık ama sesimiz çıkmıyordu. Belki de sarılsak, çıplak da olsa görünürdük. Belki dokunsam boynuna, nefesim nefesin olurdu. Canımı canına katardım da yaşatırdım seni. En azından birimiz -yalnız da olsa- var olurdu.


İkimizin hikayesini yazmak istedim. Lâkin kimse bilmez boş kağıtta yazanı okumayı. Bizim sayfamız boştu. Ruhumuza atılmış tırnakların bıraktığı izlerdi harflerimiz. Kalbimizin satır aralarında, satır yaraları...


Damarlarımız düğüm düğüm dolanırken birbirine, ete kemiğe bürünmüş bir defter olurduk. Bir olurduk. Boş bir defter olurduk, etten. Yazacak çok fazla şey olsa da, ne ben seni çizebilirdim, ne de sen beni karalayabilirdin.


Dedim ya, olmayan insanların, olamayan aşkıydı bizimkisi. Sen benim rüyalarımı yazardın, ben senin resmini çizerdim duvarlara. Duvarlar silindi sonra, resmin döküldü. Dedim ya, bizim sayfamız boş. Duvarımız da öyle.


Zaten yoktun. Gittin, olmadığın halde. Nasıl oldu, nasıl gittin bilinmez. Hiç geldin mi diye sorsam, yankım soruya soruyla cevap verir. Cevap zaten muamma.


Sen gittin ya? Ben doğdum, bilesin. Anadan üryan, ıslak ve buruşuk. Aynı "biz" gibi doğdum ben.


Şimdi seni hatırlamaya, anlatmaya çalışıyorum. Bu dünyanın sınırları içinde sana benzetecek şeyler bulmak, seni bu dünyanın çizgilerine sığdırmak ne kadar zor bilemezsin.


Çok denedim. Olmadı. Yine denedim, yine olmadı. Elimde kalem-kağıt, elim cebimde; cebimde buruşuk bir kağıt, bitmiş bir kalem.


Dedim ya, bizim sayfamız boştu. Hâlâ boş.

9 Nisan 2012 Pazartesi

Bazen

yalnızız, küçüğüm
yalnız
posta kutuları da
hem öyle olmasa
neden yankı yapsın sesi sükunetin
ya da neden titresin ki
elimdeki elin

Bazen kendimizden parçalar gibi gördüğümüz insanlar oluyor. Bizim yalnızlığımızla onların yalnızlığı arkadaş olunca biz de arkadaş olmuş sayılıyoruz. Ha, yanlış anlaşılmasın, şikayetçi değiliz bu durumdan. Öyle güzel yalnız insanlar tanıyoruz ki; bir insanın yalnızlığının, güzelliğiyle doğru orantılı olduğuna inanasımız bile geliyor. O kadar güzel insan nasıl o kadar yalnız olur, aklımız almıyor.

çift haneli yıl geçmiş
ben
koparılalı takvimden

Bazen bakıyorum da bize, diyorum ki; herkes, her şey yenilenmiş de biz eskide kalmışız. Millet almış kokteylini, biz rakıda kalmışız. Herkes oradan oraya koşarken biz masamızda kalmışız. Sakin, dingin, biraz da yorgun. Millet yenilendikçe çocuk olmuş da, biz eskidikçe yaşlanmışız.

bavullar geçer gözlerinden - bavullar, bavullar
uykularım kaçar saymaktan, çimenden eteğin
sen gamzelerine bahse girersin de kaybedersin
yokluğun bir anne gülümseyişi.

Bazen öyle biri girer ki hayatımıza; aslında bize çok yakın, daha aslında bizden çok uzaktır. Yaklaşmaya korkarız. Sever miyiz acaba bilemeyiz ama sevmek isteriz. Gülerken gamzeleriyle konuşuruz biz onun. Gözlerinin kenarlarındaki kırışıklıklara sıkışırız. Tırnakları uzundur, biz o yüzden kulağına konuşmayız, gamzeyledir muhabbetimiz.

nehir
hangi ulusun zimmetindedir bilinmez
yahut sen,
hangi sınırlar içinde.

Bazen yorgun düşüyoruz aramaktan. Nerededir, ne yapar bilmiyoruz. Yorgun düşsek de peşini bırakamıyoruz. İhtiyaç meselesi zira, susamak gibi. Suyu aramaktan yorulur mu insan? Yahut yoruldu diye su aramayı bırakır mı? Yokluğunda zaten ölüyoruz en nihayetinde.

sana sayfalar dolusu gemi yaktım bugün
                                -Gemileri deliler terk etti, delileri kediler.-
sen olsan gülerdin,
sahi niye gelmedin?


Ha bir de, son alıntım:


elini yumruk yapsan,
sığardı avcuma belki.






Fethi Yıldırım'a, yazıma ilham olan dizeleri için teşekkürü borç bilirim. 

25 Mart 2012 Pazar

Kirli Beyaz

İrmik helvası gibi ağızda dağılan anılarımız vardı. Tatlı ama bir o kadar da hüzünlü. Yeşil tonlarda başlayıp da pembeye doğru giden güzel günler, şimdi renkten yoksunlar. Hatırlar mısın bilmem; "Sözler şeffaftır." demiştim bir gün sana. Gerçekten de öyledir. Dikkatli baktığın sürece her sözün ardında yatanı görebilirsin. "Görmeden inanmam." demen bir şey ifade etmez. Duyduğuna değil de gördüğüne inanırsın, eğer dikkatli bakarsan.

Renkler diyordum, ama senin renklerin değil; kirli, beyaz lekeli hayatların soluk renkleri bahsettiğim. Hani MFÖ'nün bir şarkısında bahsettiği gibi; "Deniz masmavidir, ne güzel ama insanlar görmez bazen.". Denizin rengi soluk, güneş ışığı soğuk geliyor artık. Kimse görmüyor zira denizi. Güneşi de arayan yok zaten.

İstanbul deyince ilk aklıma gelen şeydir Haydarpaşa'da denize karşı oturup sıcak bir çay içmek. Gerçi artık yolumuz da geçmiyor Haydarpaşa'dan, geçemiyor. Anlayacağın, görmek isteyene de göstermiyorlar denizi.

Neyse, demem o ki; büyüdükçe soluklaşıyor hayat. Oysa ben küçükken böyle hayal etmemiştim yetişkin olmayı. Sevdiğimiz içecek bile turuncu portakal suyuyken, kirli beyaz rakıya dönüverdi farkına varmadan.

Ha bir de; asıl söyleyeceğim şeyi unutuyordum sana. Büyüme çocuk. Hazır olduğu gibi görebiliyorken renkleri, tadını çıkar. Zira büyüyünce bir boka benzemiyor dünya. Anılar bile renklerini kaybediyor.

22 Mart 2012 Perşembe

Yol Hikayesi

Yanılgılarımızın üstüne ne de güzel muhabbetler ederdik. Bir çift güzel gözün -ki her çift göz birilerine güzeldir- bir bakışının üzerine yazılmış satırlar ya da dizelerden yollar yapardık muhabbetlerimize. Arada bir de toz kalkmasın diye ıslatırdık o yolları.


Sahi, son dubleyi içeli ne kadar oldu? Hâlâ çakırkeyif misin? Bir tek ben mi ayıldım da ayrıldım muhabbetten?


Peki ya mezeler? Ne zamandan beri acılı ezme sevmez oldun yahu? Önünde bir dilim peynir, yanında haydari... Ezme çöpe atılmış, son mezeler olması beklenen meyveler küflenmiş.


Ayılmayaydım iyiydi. Ayıldıkça fark ediyor insan muhabbetin de küflendiğini. Yeşil-siyah kelimelerden, kadife dokusunda cümleler kuruluyor masada.


Ben ayılıyorum, senin kafan hâlâ güzel.


Sonra sen masanın altından bir ufak daha çıkarıyorsun. Kendine dolduruyorsun, ben ayık ayık sana bakıyorum.


Saatten hiç haberim yok. Tek bildiğim, üç dubleyi baş ağrısı geçiyor şu anda. Şu baş ağrısı var ya? İşte o, gecenin bittiğinin kanıtıdır benim için. Yorgun argın çıkıp, alnıma rüzgârı yiyerekten eve gitmenin vaktidir artık.


Çıkıyorum kapıdan, birkaç dizeden yol yapıyorum kendime:


"Ben bu şiiri yazdım akşamüzeri,
Aklımda 'Define Adası'nın ilk sözleri;
Başkalarının hayatını da ilerde söylerim.
-Yine görüşelim!
-Görüşelim!"

10 Mart 2012 Cumartesi

Macera No -4-

İçi boş gibi görünen dolu cümlelerin arkasına saklanmış, bulunmayı bekliyoruz. Hatamız belki de önümüze harflerden ve noktalama işaretlerinden oluşan bir duvar (Perde bile değil!) çekmekti. Bu duvarı çekmeye gerek görmesek; onun yerine yol yapmayı da becerebilsek keşke bazen. Zira bu uğraş o kadar yoruyor ki beni zaman zaman.

Seninleyken ne kadar eğlendiğimi söylerken, aslında o fincanı dudağına götürürkenki tedirginliğini düşünüyorum. Bana, o fincana yaklaştığın gibi yaklaştığını görmeyi ne çok isterdim oysa.

Ama önce egolarımızı yarıştırmalıyız değil mi? Kazanan kaybedeni terk etmekte özgür olmalı bir de. Her yarışta olduğu gibi bu yarışta da şike yapılabilir elbet. Egoyla oynayarak duygularda teşvik primi etkisi yaratılabilir mesela. Gel gör ki sen Red-Bull sponsorluğunda bir ekiple çalışıyorken, ben bir pit-stop ekibinden yoksun şekilde çıkıyorum piste.

Ha bir de...
Sen italik "Courier New" tadında bir yazı tipi ile konuşuyorken benim kalın "Arial" cümleler kurmam da bu işleri hiç beceremediğimdendir, bilesin.

Bütün bunları düşünerek sana gayet "Times New Roman" şekilde soruyorum:

Hatayı hep ben mi yapıyorum?

6 Mart 2012 Salı

Birinci Baskı



soğuk raylar
ince ince esen rüzgar
ve
dış hatları yuvarlak bir memleketin
hayal terminali


uçan trenler
havada yüzen gölgeler
ve
hiçbir dilde karşılığı olmayan bir umudun
kırık parçaları


özetidir,
şu aciz bedenimin
içinde yanan ateşin
yavaş yavaş nasıl söndüğünün


              ve belki yeniden yanar -ki biz asıl o zaman yanarız-
                    zihin değmemiş yeni kıtalar keşfedilir
                    yazılır başka kitaplara

3 Mart 2012 Cumartesi

Her Zamanki Gibi

Yol yorgunluğu, uykusuzluk ve benzeri mazeretleri dinletemedim bir türlü. "Kap iki bira, gel." dedi Engin Abi. İstemeye istemeye de olsa giyinip çıktım evden. Muhabbet koyulaşacak, derinleşecek ve kişi başı iki bira bize yetmeyecekti çünkü. Gecenin bir yarısı, Eskişehir soğuğunda evden çıkıp bira almaya gidecektik sonra da. Muhabbetin de eski tadı kalmayacaktı döndüğümüzde. Alınan biralarsa yarım kalacaktı gecenin sonunda.


Kışın son günleriydi. Buzları erimemiş yolda hızlıca yürüyüp daldım Tekel'in kapısından. Yetmeyeceğini bile bile iki bira aldım. Zaten fazlasına da param yetmezdi. Bir an için, ertesi gün ne bok yiyeceğimi düşünsem de "Battı balık yan gider." diyerek kaptım biraları.


Birkaç dakika sonra Engin Abi'nin evine varmıştım. Hal hatır sorma faslı bitti; Engin Abi yatağına oturdu, ben de karşısındaki mindere yayıldım. Biralar açıldı, Engin Abi ilk sigarasını dertli bir şekilde yaktı.


-Hayırdır abi?
-Yok bir şey.


Yemedim tabi. "Madem yok bir şey, ne diye 'İki bira kap, gel.' diyorsun?" diye sorarlar adama. "Biraz bekleyeyim, zaten dökülür zamanı gelince." diyerek biramdan bir yudum aldım.


-Nasıl gidiyor paşam?
-Nasıl gitsin abi, daha az önce sordun ya?
-Ne bileyim be oğlum, öyle sorayım dedim işte.
-Beni bırak da, sen söyle bakalım nasıl gidiyor?
-Aslına bakarsan iyi gidiyor gibi ama bazen giden hayatın içinde ben yokmuşum gibi hissediyorum.


Sustum. O da konuşmadı bir süre. Sonra başladı yavaş yavaş anlatmaya. Arada bir birasından bir yudum alıyor, arada bir de sigarasını tüttürüyordu. Bense dinlediğimi belli eden ünlemler kullanarak görevimi yerine getiriyordum. Bir saate yakın sürdü anlatması. İlk biralar bitmiş, ikincilerin yarısına gelinmişti. "Anlat bakalım," dedi. "sende ne var ne yok?"


Başladım olan bitenden bahsetmeye. Çok da fazla anlatılacak şey yoktu gerçi hayatımda. Maksat muhabbet olsun işte.


Birkaç dakika sonra ikinci biralar da bitti. "Hadi," dedi. "Çıkıp bira alalım. Benden."


Gecenin soğuğunda çıktık evden. İki dakika önce evdeyken sırtımda taşıyormuşum gibi hissettiğim hava, şimdi soğuk ve rüzgarlıydı. O saatte bulabileceğimiz tek açık yer olan benzin istasyonundan birer bira alıp eve döndük.


Evin sıcaklığının da etkisiyle köşedeki mindere iyice yayıldım. Biralarımızı açıp önemsiz bir iki olaydan bahsettik. Baktım bu muhabbet artık ikimize de yük oluyor, "Bana müsaade abi." dedim. "Nereye yahu?" diye gereksiz, adetten bir soru sordu. "Geç oldu abi. Malum, yol yorgunluğu falan. Sen de yatıp kendini toparlarsın biraz." diyerek kalktım minderden. Birayı da, bira almaya gitmeden önceki muhabbetimi de yarıda bırakıp çıktım evden.


Soğuk rüzgara karşı eve doğru yürürken, her eve dönüşümde olduğu gibi "Hah!" dedim. "Parayı da bitirdin. Yarın ne bok yiyeceksin bakalım."

2 Mart 2012 Cuma

Aslında

Hayatımızın içinde olması gerektiğini düşündüğümüz, ama bir türlü hayatımızın içinde tutamadığımız şeyler oluyor zaman zaman. Bu "şey"ler bazen bir insan, bazen bir duygu, bazense maddiyata dayalı herhangi bir varlık...

İnsan neyin eksikliğini hissediyorsa, o yönde adımlar atıyor. Bu durum, doğuştan kör birinin renkleri anlamaya çalışması gibi oluyor bazen. Bazense görme yetisini sonradan kaybetmiş bir adamın renkleri acıyla hatırlaması gibi... O renkleri tekrar görebilmek için çok küçük bir ihtimal bile olsa; her şeyi hiçe sayıp o küçük ihtimalin peşinden gitmesi gibi...

Bazen düşünüyoruz da, "keşke olsa" dediğimiz şeyler hayatımızda öyle güzel bir yer bulacak ki; sanki tek parçası kayıp olan çok bin parçalı bir yap-bozun son parçası kanepenin altında bulunmuş gibi bir etki yaratacak bizde.

Ama olmuyor işte.

Bazen düşünmeyi bırakıp gerçeklere bakıyoruz da,
şarkının sözleri var aslında ama
şarkının içinde değil.

Sözün müzikten ayrıldığı yerde durup, giden sözlere el sallamak bizim yaptığımız.


BaBa ZuLa'nın "El Filan Sallıyorum" parçasında olduğu gibi.

Söz aslında var ama, şarkının içinde değil.


Şarkının sözleri ise şöyle;

Ellerimde bir sigara, bir çakmak.
Yakmaya çalışırken bile yaptığım yine zamandan çalmak.
Hareket her zaman iyi,
Ama sabit duran tarafa elinin tersiyle vurmamalı be hayat.
Ya da gidenler yanlarında çöplerini de taşımalı.
Yoksa bakmayı ben de severim, ama bakakalmak kesinlikle bambaşka oluyor.

Soğuk demir, mekanik gürültü, tren sesi.
Gidişat daha çok oryantal memleket ezgileri.
Çıkış noktasında ise şehrin kütlesi duruyor kaskatı.
Zaman dursa ne âlâ.
Ama giden gidiyor çatır çatır.
Bense n'apıcam?
Sırf öyle olması gerektiği için vazifemi yapıyorum.

El filan sallıyorum.

23 Şubat 2012 Perşembe

Kaldırım

(Mola yazısının devamıdır.)

Gözlerindeki yaşları silerek yola fırladı çocuk. Arka cebindeki beklentiler, zorlukla adım atmasına sebep olsa da bırakmadı onları bir kenara. İnadından değil, inancından dolayı taşımaya devam etti. Hava kararmış ve şehrin farklı yüzleri sokaklarda görünmeye başlamıştı.

Gözlerini ovuşturdu. Görüşü netleşince genç bir adam gördü yolun kenarında, yan cebindeki iki kadınla birlikte. Babasının arka cebinde kalmış "eski bir gelecek" vardı belli ki. Karşı kaldırımda, yan cebindeki bond çantayla evine doğru giden orta yaşlı bir adam yürüyordu. Arka cebindeyse bir yazlık ve güzel bir tatil taşıyordu belki de.

Duvara yaslanıp elini arka cebine attı tekrar. Ayakta zar zor duruyordu. "Artık ağırlıktan ibaret olanları atsam..." dedi kendi kendine. Kahverengi bir beklenti çıkardı aralarından, kaldırıma bıraktı kibarca. O kadar emek vermişken öylece fırlatıp atmak olmazdı. Kısa süre sonra kayboldu kahverengi beklenti. Aslında sadece gözden kaybolmuştu. Arka cepten çıkarılıp kaldırıma bırakılan, sonra da kaybolan beklenti, çocuğun içinde büyüdükçe büyüyordu. Sanki göğüs kafesi küçülüyormuş gibi hissediyordu çocuk. Ve bu sefer, olması beklenenlerin verdiği heyecanla değil de, hiç olmayacak olanların verdiği acıyla büyüyordu.

Yutkundu ve derin bir nefes aldı. "Devam etmeliyim." dedi.

Bu sefer de zarif kıvrımları olan, cebinde tutmasının bile hata olduğunu düşündüğü bir beklentiyi çekip çıkardı aralarından. Bir an ulaşabileceğini düşünmüş, sonra diğerlerinin yanına, arka cebine koymuştu bu güzel beklentiyi. Çekiciliğinden hiçbir şey kaybetmemişti belli ki. Dakikalarca elinde tuttuktan sonra, aslında hiç ulaşamamış olduğu beklentiyi elinde tutuyor olmanın ne kadar ironik olduğunu fark etti. Silik bir gülümseme ve derin bir nefesle onu da kaldırımın üstüne bırakıverdi.

Bedensel yorgunluğu, yerini zihinsel rahatlamaya ve duygusal işkenceye bıraktı. Beklentilerinin her birine ruhundan birer parça eklemiş olduğunu anladı. Kendini eksik hissediyordu ve bu eksiklik zamanla tamamlanır mıydı bilmiyordu.

Duvara yaslanmayı bırakıp doğruldu. Bir poker oyuncusu gibi, duygularını ele vermeyen bir ifade takındı ve beklentilerini iskambil kartlarından bir desteye dönüştürüp arka cebine koydu. Bir sonraki el için kartları dağıtan kendisi olacaktı ve kör bahis koyma sırası diğerlerindeydi.

15 Şubat 2012 Çarşamba

And The Oscar Goes To...

Eğer hayatımız bizim başrolünde oynadığımız filmler olsaydı, şu an benim filmimde baş karakterin en çaresiz hissettiği anlardan biri olurdu herhalde. Bir sinema klişesi ümit ederek, çaresiz anlardan sonra güzel şeyler olacak mı diye beklemenin manası olduğunu düşünmüyorum. Hayatımız kimilerine göre başrolünü oynadığımız filmler olsa da, bana göre gerçeklerden ibaret bir kurgu. Hollywood klişeleri içeren, onlarca olasılığın bir araya gelmesiyle mutlu sonla biten filmler gibi değil...

Gerçekler içinde doğaçlama oynadığımız hayat bize her dalda oscarı kazandırmıyor elbette. Zaman zaman düşük performansla, zaman zaman mükemmel bir ustalıkla doğaçladığımız rolümüz çoğu zaman alkıştan başka hiçbir şey getirmiyor. Bazı dallarda her yıl "hayat oscarları"nı alıyor olabiliriz, ya da en azından adaylığımız olabilir; bunun yanında henüz alamadığınız dalda bir oscar alabilmek için performansınızın zirvesine çıksanız da, adaylar listesinde bile adınızı görememeniz, sizi kendi filminizdeki en çaresiz anlara sürükleyebiliyor.

Bazen ne kadar uğraşsanız da, hayat o daldaki "hayat oscarı"nı size vermiyor. İşte bu yüzden hayat bir film olamayacak kadar gerçek diyebilirim. Maalesef...

Beş

Kulaklarım iyi duyardı önceden, şimdiyse -yüksek sesle müzik dinlemekten olsa gerek- o kadar iyi duyamıyorum. Kaçırdığım kelimelerin boşluklarını cümlenin geri kalanına uygun şekilde dolduruyorum, çoğumuz gibi. Onun anlattığı şeyleri düşünüyorum. Söylediklerini harfi harfine aktaramam belki ama ne zaman ne hakkında konuştuğunu çok iyi hatırlıyorum. Belki de sağır, duymayıp uydurmuştur, bilemiyorum.

Koku duyum hiçbir zaman çok gelişmiş olmadı. Yıllardır burnumdan düzgün nefes alamadığımdandır herhalde. Ama bazılarının kokusunu duyduğum an tanırım. İster parfüm olsun, isterse sadece teninin kokusu. Onu "bazıları" listesine çoktan yazmışım. Yazdığımdan benim bile haberim yok. Sarhoş muydum yazdığımda, yoksa uyku sersemi miydim, bilemiyorum.

Tat konusunda bir şey diyemiyorum, herkes gibi benim de bir lezzet kavramım var elbet. Görünüşünden, tadının güzel olduğunu anlayabileceğiniz tatlılar gibiydi o. Ne yalan söyleyeyim, görenin ağzının suyu akardı. Kabak tadı vermeye başlayana kadar da öyle geldi hep bana. Kabak tatlısı iyidir de, henüz tatlı olamamış kabak... bilemiyorum.

Hayatım boyunca en güvendiğim olmuştur dokunma duyum. Bir insana dokunduğumda içini görebiliyormuşum gibi gelir bana. Sanki vücudundaki her rengi hissedermiş gibi. Her duyguyu başka renkte hissedermiş gibi. Ona da dokundum. Tüm renkleri gördüm de tüm satırları okuyamadım. Bir kısmı hafif bulanık. Bazı şeyleri kendisinin bile anlamlandıramamış olmasından mıdır, bilemiyorum. 

Sol gözüm kadar iyi görmüyor uzun süredir sağ gözüm. O hep sağımda yürüdüğünden midir nedir, yüzü hep bulanık anılarımda. Bir dahaki sefere kemik çerçeveli bir gözlükle baksam detaylara, işler değişir belki de. Ya da değişmez, bilemiyorum.

15 Ocak 2012 Pazar

Kesif Bir Koku

"Bu yazılar yalnızlık kokuyor." demişti bir arkadaşım. Haklıydı. Bu ara hayatımda kesif bir yalnızlık kokusu hakim. Bu akşam kendi kendime, "Dışarı çıkayım, çıkarken de birini çağırayım. Karşılıklı iki bira içelim." dedim. Birini bulmak için telefon rehberime baktım. Çağırabileceğim kimseyi bulamayınca bir de sosyal ağlara bakayım dedim. Altmış kişi çevrimiçiydi. Yine de çağırabileceğim birini bulamadım. Birileri vardı elbet ama çağırdığımda geleceğinden emin olduğum kimse yoktu.


Bu ara birçok şehirde olduğu gibi, Eskişehir'de de kar yağıyor. Sıkı sıkı giyinip attım kendimi dışarı. "Madem kimse yok gider kitap okurum, yanında bir kadeh şarapla." diye düşünerek çıkmıştım yola. Salak gibi, kitabı yanıma almadığımı farkettim sonra. Gidip hiçbir şey yapmadan otursam, kendi canımı sıkmaktan başka bir şey yapmamış olacaktım. Bir arkadaşa uğrayıp döndüm ben de.


Kapıdan içeri girer girmez farkettim.


Yine aynı koku!


Yazayım bari dedim. Son zamanlarda olduğu gibi yine yazdıkça sinirlendim. Sinirli cümlelerimi yazıp yazıp sildim. Eskiden sihirli kelimelerim, cümlelerim vardı. Yeni yeni anlıyorum, sihir değilmiş olay, göz yanılmasıymış. Şimdiyse -sihirli ya da sinirli- ne söylesem boş...


Zaman geçtikçe her şey değişiyor. En küçük birimi bile çok şey değiştiriyor zamanın. "An" diyorlar hani. Ya ben çok değiştim ya da değişenlere yetişemedim şu son iki yılda, bilemiyorum.


Hep içini gördüm insanların. En büyük yeteneğimin bu olduğuna inandım. Yanılmadım da şimdiye kadar. Belki de kimsenin bana, benim onlara baktığım kadar dikkatli bakmamasındandır bu yalnızlık.


Ben camdan bakarken herkesi görüyorum. Onlarsa kafalarını kaldırıp benim olduğum pencereye bakmıyorlar. Bazılarının bakmaya yüzü yok, bazılarının cesareti. Kiminin egosu izin vermiyor, kiminin belki de sadece boynu ağrıyor. Sıkılıp içeri giriyorum. Camı kapatıp oturuyorum.


Daha ilk nefesimde farkına varıyorum...


Maalesef yine aynı kesif koku!