30 Ekim 2010 Cumartesi

"The Secret"

Belirsiz her şey.

Yarın ne olacağı belli değil. En doğru kararları vermeye çalışıp gerisini kadere bırakmak zorundayız. Ne olacağını kimse bilmiyor.

"Secret" diye bir kitap var ya hani? "Bir şeyin olması, onu ne kadar istediğiniz ve o konuda ne kadar pozitif olduğunuzla alakalıdır" öğretisini veren kitaptan bahsediyorum. Benim yıllardır benimsediğim felsefeyi bana anlattığı için yarısından çok daha önce bıraktım okumayı.

Evet, istediğiniz şeyi ne kadar istediğiniz önemlidir. Onunla ilgili ne kadar olumlu düşündüğünüz de önemlidir. Ta ki... İşin içine insan faktörü girene kadar...

İnsan faktörü işin içine girdiğinde kimi, neyi ne kadar istediğinizin önemi yoktur. Eğer bir terfi istiyorsanız, bu işin içinde insan faktörü var demektir. Yaptığınız iş ne kadar mükemmel olursa olsun, siz ne kadar isterseniz isteyin, üst kademenizdeki insan istemezse, sizin neyi ne kadar istediğinizin ne önemi var ki?

Ya da birine aşık oldunuz diyelim, o sizi istemediği sürece sizin ne kadar olumlu olduğunuz, ne kadar hayal kurduğunuz, ne kadar istediğiniz kimin umrunda?

Sonuç olarak istediğimiz şeyler kendi elimizde olduğu sürece kesindir. Eğer biz yaparsak, olur. Bütün etkenlerin bizim elimizde olduğu durumlar haricinde hayal kurmak, kendimizi kandırmaktan başka bir şey değil.

Kendinizi kandırmayın.

18 Ekim 2010 Pazartesi

Uzak

Kelimelere boğulmuş durumdayım!

Özel bir anda söylendiğinde değerlenecek cümleleri, özenle seçilmiş kelimeleri, hayatımdaki insanlara sadece sesle ya da yazıyla söyleyebilmek canımı sıkan. Uzak yaşamanın, insanda açtığı en büyük yara bence. Ben en çok bu duruma üzülüyorum.

Anneme onu özlediğimi söyledikten sonra boynuna sarılmak isterdim...
Ya da yeni doğmuş yeğenimin fotolarını internet üzerinden istemek yerine, istediğim zaman gidip görmeyi mesela?
Ya da sevdiğim kızın gözlerine bakarak söyleyebilseydim onu sevdiğimi, daha güzel olmaz mıydı? (Mesela diyoruz.)

Şu an sadece olabildiğince düzgün kelimeler seçerek, olabildiğince doğru vurgular yaparak hayatımdaki insanlara hissettiklerimi aktarmaya çalışıyorum. Şimdilik elimden gelenin en iyisi bu maalesef.

Ama inanın çok içten söylüyorum;
Hepinizi çok seviyorum!

8 Ekim 2010 Cuma

İki Yol





Önünde iki yol var. Seçebileceğin, dönüşü olmayan iki yol...

Birinci yol, şu an yürüdüğün yolun devamı. Çok kısa bir süre sonra anlayacağın üzere çıkmaz bir yol. Yolun ortasında ne zaman çarpacağını bilmediğin kocaman bir duvar var ve sen bunun farkındasın. "Hayır!" diyeceksin, "Sapmayacağım!" ve düz devam edeceksin. Sonunda duvara çarpıp döneceksin, "Neredeydi diğer yol?" diyeceksin ve göreceksin ki o yol artık sana kapalı.

Pişmanlık duyacaksın gittiğin yoldan sapmaya cesaret edemediğin için.


İkinci yol, seçimleri sadece senin yapamadığın, nereye gittiğini bilmediğin bir yol. Bu yol yokuş aşağı rahat rahat koştuğun bir yol da olabilir, yokuş yukarı zorlanarak çıktığın bir yol da... Ama sonunda çarpacağın bir duvar olmadığını biliyorsun. O yol da sonra ikiye ayrılabilir kim bilir? Denemeden bilemezsin.

Tek yapman gereken, sana güvenli gelse de kısa bir süre sonra ihanet edeceğini bildiğin yolu terketmeyi göze almak.


Yaşadım, yaşıyorum, bu yüzden biliyorum bu ayrımı. Sen benim kurbanı olduğum hatayı yapma diye yazıyorum bunları. Biraz düşün ve önyargılarını, bahanelerini bir kenara bırakarak karar ver kardeşim.

Ve unutma;
"It ain't about how hard you hit; it's all about how hard you can get hit, and keep moving forward. GET UP!"

6 Ekim 2010 Çarşamba

Zihnimin Dört Duvarı

Hayatımız duvar örmekle geçiyor. Her saniye yeni bir tuğla koyuyoruz duvarlarımızı yükseltmek ya da sağlamlaştırmak için. Her birimizin birer kalesi var ve biz kendimizi çevremize daha güçlü göstermek için bu kaleleri gün geçtikçe daha ihtişamlı hale getirmeye çalışıyoruz.

Duvarlarımız olmadan zayıfız. Mutluymuş gibi yapıyoruz, gülüyoruz, eğleniyoruz... Güçlü görünüyoruz bu şekilde. Kendimizi zayıf göstersek, bir saniye bile duvarlarımızı indirsek, içeriye hücum edecek anıların, duyguların haddi hesabı yok çünkü!

Duvarlarımızın dışında, içten içe ulaşmak istediklerimiz de var elbet. Belirsiz aralıklarla onları elde etmek için harekete geçtiğimizde kendi duvarlarımıza çarpmamız da bu yüzden. Onlara her ulaşmak istediğimizde başımıza saplanan ağrı da bu darbe yüzünden işte!

Kalemiz ne kadar sağlam olursa olsun, her birimiz yalnızız. İsterseniz kendinize Babil Kulesi gibi devasa bir kule inşa edebilirsiniz. Eserinizle övünebilirsiniz bile. Ama içeride yalnız başınıza çürüdüğünüzü farkettiğinizde iş işten geçmiş olacak.

"Bir önerin var mı?" diye sorarsanız, size tek bir cevabım var:

Ben her gün, her saat, her saniye kendi duvarlarına çarpa çarpa her tarafı çürük içinde kalmış bir adamım. Bir çözüm bulacak olursanız, lütfen beni de haberdar edin.