23 Mayıs 2012 Çarşamba

Ritüel

Öylece duruyorum iskelede.

Bana sarılışının üzerinden bana göre üç yıl, saatime göre üç dakika geçmiş. O kadar insanın arasından bütün ışıltınla görüyorum seni. Geminin kıçındaki açıklığa oturmuş bana bakıyorsun gülümseyerek. Sana baktıkça, zoraki gülümsemem de yerini alıyor yavaş yavaş suratımda. Ne zaman el sallasam bilemiyorum. "Bak ben burdayım! Sen ne kadar uzağa gidersen git, ben burda olacağım! Senin için!" anlamında bir el sallamaya gerek var mı, yoksa bu işi ayrılığın "Haydi bakalım. İşte gidiyorsun." kısmına mı bıraksam bilemiyorum.

Aklıma önceki gidişler geliyor. Gidişlerin değil, gidişler. Her gidenin ardından, şu an durduğum yerden el salladım ben. Bu bir ritüel haline geldi artık benim için. İbadet eder gibi, belirsiz aralıklarla el sallıyorum aynı noktada, farklı kişilere. Gitmek de senin gibilerin ritüeli olsa gerek.

Sen o gülümsemenin arkasında neler düşünüyorsun acaba? Gideceğin yer mi var aklında; yoksa kaçmak istediğin yer mi? Birazcık ben var mıyım acaba? Senin hikayende sadece bir iskele babasıydım belki de. El sallayabilen bir iskele babası...

Denize kıyısı olan bu semtte doğdum ve bu semtin sınırları dışına hiç çıkmadım. Senin gibi güzel kadınlarla burda tanıştım ve hepinizi aynı yerden uğurladım. Gittiğiniz yerlerin hiçbirini görmedim, gittiğiniz insanların hiçbirini tanımadım.

İskeleden son halatlar da çekildi gemiye. Ben, her zaman yaptığım gibi, adı en çok yanlış yazılan şairlere sığınıp birkaç mısra okudum içimden:

Ellerinde ruh gibi ah portakal kokusu
Kırkmaları morsalkım göz kapakları saydam
Çok vapurun battığı bir liman orospusu
Bir hırsla öptüm ki ah ölürüm unutamam
Ay ışığında deniz akordeon solosu
Pırıl pırıl yaşadım üç dakika tastamam 

Ve "Amin" niyetinde bir el sallamayla bitirdim ibadetimi.

15 Mayıs 2012 Salı

Gök Dilimi



Hepimiz bir şeyler istiyoruz. Bir şeylerin gerçekleşmesini istiyoruz, bekliyoruz. O şeylerin içinde diğerlerinden ayrı "tek bir şey" oluyor kesinlikle. İşte o tek bir şey, hiçbir zaman olmuyor. Olduramıyoruz. Öyle istiyoruz ki onu, o olsa, diğerleri zaten kendiliğinden olacakmış gibi geliyor.


Hayallerimizin peşinden gitmemiz öğretildi hep. Biz hep hayallerimizin peşinden gittik, hayallerimiz de alıp başını gitti hep. Gecenin en parlak yıldızı gibi. Onu fark etmemek imkansız. Ona ulaşmak da öyle. Bazen de büyüyünce öğreniriz, bizim gördüğümüzün, o yıldızın yıllar önceki hali olduğunu. O yıldız hala var mı, orada duruyor mu, onu bile bilmiyoruz.


Hayallerimiz yaşıyor mu? Yoksa ulaştığımızda elimizdeki tek şey ölü doğmuş bir bebek mi olacak acaba?


Kolayca ulaşılabilecek hayaller hayal bile değil. Önemli olan dokunamayacağımız, daha doğrusu başkalarının dokunamayacağı, bizim de dokunamayacağımızı düşündüğü hayallere ulaşmak. Kimsenin dokunamadığı şekilde dokunmak, kimsenin hissetmediği dinginlikle ilk adımı atmak, sınırı geçmek...


Sınırı geçmekten kastım, ileri gitmek. Kimsenin göstermediği bir cüretle, aslında var olmayan ama var saydığımız sınırları geçmekten bahsediyorum. Herkesin gözü önünde, sınır nöbetçilerinin silahları bize doğrultulmuşken o dikenli telleri geçmeye cesaret etmekten bahsediyorum.


Bizim için diğerlerinden çok ayrı olan o "tek bir şey", dikenli tellerin ötesinde duruyor çoğu zaman. Uzaktan izlemek ya da yara bere içinde de olsa, son nefesinde de olsa ona ulaşmak bize kalmış.


Sen! Evet sen! Eğer cesaretin yoksa çekil kenara!


Ben koşarak geliyorum zira. Eğer istediğim orada değilse, gerekirse uçarak gideceğim.

10 Mayıs 2012 Perşembe

Biraz Soluk Sarı, Biraz da Eski Yeşil Tadında (Önemi Olmayan Etkenlerin Hikayesi)

Başladığın yerin bir önemi olmaksızın atarsın adımını. Önemli olan varacağın yerdir. Varacağın yer ise muammadır. Önüne serilmiş yollar ve önünden çekilen insanlar karanlıktır. Hava her zaman olduğundan daha yoğun, daha ağırdır. Ne hızlanan ne de yavaşlayan adımlarla devam edersin yoluna, yalın ayak.


Toprağın davetkârlığını, asfaltın dinginliğini, çeliğin soğuğunu hissedersin ayaklarında.  Önüne bakarsın, nerede olduğunun bir önemi olmaksızın.


Sonra bulutların arasına dalarsın. Gideceğin yerin aydınlığının işaretiymiş gibi gelir bulutlar; daha bir güçlenirsin. "Güneşe yürüyorum sanki." dersin ama yolun hala karanlık, görüşün hala bulanıktır.


Güneş batmaya yeltenir bir süre sonra. Tereddütte gibidir. O tereddütle fark edersin doğal olmayan şeyleri.


Yerdeki bulutlar, çelikten yollar ve cıva gibi yoğun olan hava...


Rüyada olduğuna inanırsın bir an. Buna rağmen yürümeye devam edersin, rüyada ya da gerçekte olduğunun bir önemi olmaksızın.


Güneş doğar, batmadığı halde.


Gözlerini kırpıştırarak bakarsın etrafına. Bulutsuz bir günde, yolun kenarında uyanırsın. Nereden geldiğinin hâlâ bir önemi yoktur. Gideceğin yer ise hâlâ belli değildir.

8 Mayıs 2012 Salı

Maddenin 13. Hali

-Giden insanların hepsi bir anda gitmemeli. Hepsi bir anda gittiğinde insan "yalnız" değil de "fazla yalnız" kalıyor. Birer birer gitmeli, en azından arada bir beni de götürün yanınızda.


-Her insan kıyıda köşede kendini seven birini istiyor. "Ben onu istemiyorum ama o beni hep sevsin." diyor. Kim olduğu önemli değil, insan sevilmediğini anladığında gerçekten çok üzülüyor.


-Sevdiğiniz insana dokunun. Binlerce kelime harcamadan her şeyi anlatabilirsiniz çünkü bu şekilde. Herkese aynı konuşabilirsiniz ama herkese aynı dokunamazsınız.


-"Seni seviyorum." cümlesi öyle bir hal aldı ki, bu cümleyi söylemek için hep erken gibi geliyor. Bu cümleyi söylemekse arabesk ya da çaresiz gösteriyor insanı. Affedersiniz ama, insanın insanı sikmesi, insanın insanı sevmesinden daha normal geliyor nedense.


-"Gönül ister ki..." diyoruz. Gönül çok şey istiyor. Gönül çok fazla imkansız şey istiyor. Ama biri dedi ki: "İmkansız deme. Her şey olur."


-Bazı insanlar var, bana ihtiyaç duyduklarında yanlarında olmak istiyorum. Olamadığım zaman da üzülüyorum ister istemez. "Keşke..." diyorum. Ama yine biri dedi ki: "Alış buna."


-Ben aslında ne pis bir insanmışım diyorum bazen kendi kendime. Sonra bunu yakınımdaki insanlara da söylüyorum. O yakınımdaki insanlardan biri (bu sefer başka biri) diyor ki: "Şu söylediğin bile 'güzel insan'ın söyleceği bir şey değil mi paşam? Sen güzel bir insansın, merak etme."


-Çok sıkıldığımız anlar oluyor ya hani? Ben o anlarda böyle gereksiz şeyler yazıp da sizin zamanınızı yiyorum maalesef. Bunların hepsi kendim için birer not aslında. İdare edin, olur o kadar.


-Öpüvecivokke.

Sıkıldım

İnanması güç masallar anlatıldı yıllardır. Ben varmış, sen yokmuş. Aşk kaldı evvel zaman içinde, taşındı kambur sırt biçiminde. O bana su verdi, ben insanlığımı hatırladım.


Herkes masalların gerçekliğinden şüphe etti, bense hepsini bir bir yaşadım.


Üç küçük domuzcuk masalındaki bir nefeste yıkılan saman ev de, nefesi kuvvetli kurt da bendim. Evet, kendi kendimi tek nefeste yıkabilirim.


Küçük Prens'teki "küçük" oldum bazen.


Küçük Prens'in "Büyükler büsbütün acayipmiş." cümlesindeki "büyük" olmak zorunda da kaldım.


Kağıttan geminin içinde sürüklendim. Sobaya atıldım. Evet, o kurşun asker de bendim.


Kâh kötü kurdu vurdum, kâh Pamuk Prenses'i öptüm.


Olmayan bir kişiye dip not:
Sen uyandığında gitmiştim. Kusura bakma, benim başka masallarım da vardı çünkü.


Ha ayrıca;


Midas'ın kulakları eşek kulakları!