11 Kasım 2010 Perşembe

Macera No -2-

Yürüdüğü iskelenin en sağlam görünen yerine, güvenle ağırlığını verdiği anda, büyük bir çatırtıyla kendini suyun içinde buldu genç adam. Oraya gelene kadar güvenmediği pek çok tahta onu taşımışken, şimdi en rahat adımının sonucu olarak, ciğerlerine nefes bile depolayamadan suyun dibini boylamıştı.

Dalgaların ve kıyafetlerinin ağırlığının yarattığı zorluklara rağmen, bir şekilde tekrar su yüzüne çıktı. Derin bir nefes alıp, tekrar yola koyuldu. Basıp düştüğü çürük tahtanın üstünden atlayıp sağlam bir yer buldu, soluklandı. İskelenin sonuna daha çok vardı. Her adımını sağlam atıp, olabildiğince az hasarla sonuna ulaşmalıydı. Yeteri kadar soluklandıktan sonra tekrar bir adım atmaya karar verdi.

Adımını attı, ayağının altındaki tahtanın sağlamlığını kontrol etti, derin bir nefes aldı.

Güvenle ağırlığını verdiği anda, büyük bir çatırtıyla tekrar kendini suda buldu genç adam...

9 Kasım 2010 Salı

Sandık

Neler neler biriktirdim şu sandıkta...

Sinema ve konser biletleri, birkaç boncuk, birkaç bozuk para, birkaç bardak, birkaç fotoğraf ve tonlarca anı...

Tarihleri aklıma kazınmış güzel anılar biriktirdim kendim için. Hatırladıkça mutlu olduğum, dalgın gözlerimin önünde tekrar tekrar sahnelenen anılar...

Babamla balık tuttuğumuz günler... Antalya'da en uçtaki iki tahta haricinde sadece iskeleti kalmış bir iskelenin ucunda, babamla oturduğumuz günü dün gibi hatırlarım mesela... Babam bir bira da benim için açmıştı o gün, güneşin altında, babamın yanında içtiğim o soğuk biranın tadı hala damağımda.

Antalya-İstanbul yolunda giderken araba kontrolden çıkıp dönmeye başladığında ablamın elindeki iki yastıkla benim başımı korumaya çalışmasını da hiç unutmadım mesela. Ablamın beni ne kadar sevdiğini farketmiştim. Sadece, yapısı gereği, o güne kadar bunu pek dışa vurmamıştı.

Annemle ilgili bir anı seçip anlatmaya kalksam, geri kalan hayatıma haksızlık etmiş olurum sanırım. Kendimi kötü hissettiğim zamanlarda gelip bana sarılan, kendi dertlerinin hiç önemi yokmuş gibi her zaman benim için emek veren anneme birkaç ciltlik bir seri yazmam gerekir herhalde.

Ailemin dışında, sevgililerim, dostlarım, arkadaşlarımla ilgili anılar da biriktirdim sandığımda...

Tolga'yla birlikte sahilde içilen biralar, üstünden geçe geçe okunması imkansız hale gelmiş aşk hikayeleri...

Sertaç'la aramızda geçen muhabbetler...

Dört buçuk yıllık bir ilişkinin güzel anıları...

3+3 ay olarak yaşanmış tuhaf bir aşk hikayesinin küçük detayları...

Lise ve -devam etmekte olan- üniversite hayatımın güzel arkadaşlıkları...

Hepsi bu sandıkta...

Sandık da bilincimde gizli.

Sandığın gizli bir bölmesi ise bilincimin altına açılıyor.

Her gece sandığın kapağından dışarı süzülüp tuhaf rüyalarıma sebep olan gizli bölme anıları...

7 Kasım 2010 Pazar

Döngü

Gözlerini ayırmadan güneşe bakıyordu çocuk. Başını başka yöne çevirdiğinde, güneşin parlaklığından dolayı hala gözünün önünde kalan o siyah noktayı görmek hoşuna gidiyordu. Tuhaftı belki ama zevkliydi. Güneşe baktıktan sonra okumak için çabaladığı kelimeleri bile göremiyordu, çünkü tam baktığı yerde siyahtan yeşile dönen, sanki devamlı hareket eden bir küre görüyordu. Gözlerine zarar verdiğinin farkında bile değildi belki ama yine de vazgeçemiyordu. Dönüp dönüp güneşe bakıyor, sonra bir şeye odaklanmaya çalıştığında tekrar tekrar o küreyi görüyordu...

Ben de öyle bakıyordum işte O'na. O'na baktıktan sonra başımı çevirip başka bir şeye odaklanmaya çalışsam bile yapamıyordum. İşin ilginç tarafı -çocukça belki de- bundan zevk alıyordum. O'na uzun uzun baktıktan sonra, başka birinin gözlerine baktığımda, göz rengini bile ayırt edemiyordum. Gözlerime olmasa da, ruhuma zarar verdiğimin farkında olarak mütemadiyen O'na bakıyordum.

Mevsimine göre, ne kadar uzun sürerse sürsün, gün er ya da geç bitiyor. Güneş battıktan sonra yavaş yavaş kendinize gelmeye başlıyorsunuz. Gölgelerin farkına varıyor, ay ışığında daha net görüyorsunuz her şeyi. Karanlık bazen daha çok şey anlatıyor bize. Aydınlık göz kamaştırıp, her şeyi daha parlak gösterip bizi kandırırken; karanlıkta gerçek yüzleri görüyoruz.

Her günün doğuşundan batışına kadar çocuklaşıp, akşamında kendimize dönüyoruz. Sonra da buna -nedense- aşk diyoruz.