23 Eylül 2011 Cuma

Ya O Büyülü An Hiç Gelmezse?

(Bunu uzun süredir yapmak istiyordum. Fab'dan alıntıdır.)


Hayatta her şey istediğimiz gibi gitmiyor! (Sürpriiiizz!)
Zaten her şey de dört dörtlük olsun diyen yok ama olmayanlar hep listemizin başındaki şeyler oluyor. Gerçi onları liste başı yapan ne onu düşünmek lazım. Biz tabii! O liste yukardan bize faxlanmıyor. Liste bizim. "Keşke Olsa" listesi! Sürekli gözümüzün önündeki ince-şeffaf bir perde gibi orada. Hayatlarımızı yönlendiriyoruz; nasıl? Listede ne warsa onu yaparak.
Okula gidiyoruz, sınavlara giriyoruz; çünkü listede başarı var!
Tatile gidiyoruz, barlara, sinemaya gidiyoruz, özledik diye taksime gidiyoruz; çünkü listede eğlence de var!
Ailemizi görüyoruz, arkadaşlarımızı görüyoruz; çünkü listede paylaşmak ve ait olunmak da var...
Saçımızı güzel güzel kestiriyoruz, güzel güzel kıyafetler alıp, güzel güzel kokular sıkıyoruz, spor salonlarında kanter içinde mekik çekiyoruz; listede kesinlikle beğenilmek de var!
Sabah kalkınca yatağımızı topluyoruz (ben genelde toplamıyorum), evi topluyoruz, çöpü çıkarıyoruz, elektriği ve suyu ödüyoruz; çünkü listede hayatımızın parçası olan her şey var...
Aşık olmak istiyoruz, aşık olunmak istiyoruz, bunun ikisinin aynı anda olabilmesini çok çok çok istiyoruz; çünkü her nasılsa listenin en tepesinde aşk var!..
"Aşık olmak mı, olunmak mı?" diye bir soru var ya. Eskiden bunun cevabını (mantıksal olarak) "aşık olunmak" şeklinde verirdim. Biri seni severse, sen de onu seversin, olur biter. Ama insanın başına "sen misin bunu diyen?!" şeklinde olaylar gelince gerçeği daha net görüyorsunuz. Biz "aşık olmak" istiyoruz. Hem de çok istiyoruz! Bazen o kadar çok istiyoruz ki bunu bir sürü şeyi gözden kaçırıyoruz. Bizi gerçekten seven insanlara yazık olduğunu, kendimizin ne kadar salak olduğunu düşünüyoruz. "O kız beni gerçekten seviyor ama ben hala sevmeyenin sevmesi için uğraşıyorum! Neden?" dediğiniz olmadı mı hiç? Gerçekten neden? (Bir de bunun değişik versiyonu var: Kızlar neden hep serserilerin peşinden gider?)
Genel olarak içimizdeki mazoşist bir yandan bahsediyor herkes; acı çekmeyi seviyormuşuz. Gerçekten de aşk acı mı verir ki insana? Tamam veriyor ama bizim onu liste başı yapmamızın sebebi acı çekmek istememiz mi?...
Aşık olmanın güzel tarafı şu: Bazen (her nasıl oluyorsa artık) zamanla karşınızdakinin buna değmediğini anlasanız bile körü körüne seviyor ve mutlu da oluyorsunuz. O zaman aşk bir gerçek değil, yanılsamadır. Hatta bittikten sonra 7 ay boyunca "Ama her şey ne kadar da güzeldi!" şeklinde bi ton zırvalar yazıyorsunuz! (tamam o bendim =P) Söz konusu kişinin de yorumu "Ne gerek vardı?" olunca, ışıklar sonsuza kadar kapanıyor. Ama siz ışıklar kapanana kadar hala aşkın pençesindesiniz! Gerçekten seviyoruz sanki acı çekmeyi?.. (Bu yazı bir yere gitmiyor...)
Gerçeklik göreceli bir kavram... Ta ki gerçeği görene kadar!
Aşık olabileceğiniz birini bulduğunuzu düşünüyorsunuz. Hatta bu gerçekten güzel bir ilişki olsun, diğerlerine benzemesin diyorsunuz. Ama biraz bana benziyorsanız hep olmicak kişilere gönül veriyorsunuz. Üstüne ısrarla onu istiyorsunuz. Bu safha, kendinizi kandırmaya başladığınız safhayla aynı! İşaretleri (şu meşhur işaretler) kendinize göre yorumluyorsunuz. Kendinizi, onun da sizinle aynı şeyi istediğine inandırıyorsunuz. Eğer bir de bu kişi arkadaşınızsa... Buyrun eğlenceye!.. Öyle biri düşünün ki, onunla nasıl sevgili olabileceğinizi bile bilmiyorsunuz! Birlikte olsanız çevreniz ölesiye karışacak ve biliyorsun ki bu sizi çok yıpratacak. Ama unutmayın, kendinizi kandırma safhasındasınız. Kendinize şunları fısıldıyorsunuz: Aşk bunların üstesinden gelir! (Hadi lenn!)
Elini tuttuysan n'olmuş? Birlikte uyumaktan ne çıkar? Gerçeği açıklama zamanının gelmediğini düşündüğünden yazdığın garip garip mesajlara daha garip mesajlar gelebilir; ne var bunda? "Açıkla, anlat" demelerini yanlış yorumlamış olamaz mısın yani? Yanlışı tam bu noktalarda yapıyoruz işte.
Bahsettiğim büyülü an bunların hepsinin çözümü olan şey. Bu konuşmalara, mesajlaşmalara, mailleşmelere gerek olmayan, harika bir şey! Öyle bir an ki, her şey çözülüverir kafanızda, sorunlar kalkar ortadan, sadece o ve sen kalırsın; kaygılar, korkular, endişeler olmadan.
Ve ilginçtir ki genelde bu müzik olan ortamlarda daha iyi olur (müziğin büyüsü). Benim kafamdaki şuydu: Güzel bir gece, eğlenen iki insan (biz)... Saat geç, alkol bizi bizden almış biraz ama sadece biraz. =) Öyle bir seviyedeki, aslında sadece kapağımızı biraz kaldırmış, içimizin gözükmesine izin vermiş. Hani o korkularla, endişelerle örülmüş, mantıkla sıvanmış, bizi dış etkilerden koruyan kapağımız var ya? Onun biraz aralanmasına izin vermiş ve içimizdeki gerçekler dökülüverecek neredeyse ortaya. O anda harika,"büyülü" bir parça çalar. (Love Song mesela?) Kadehler önce şerefe kalkar, sora dudaklara gider. Son yudumla biraz daha aralanır o kapak. Normalde kendini çok savunmasız hissetmelisin ama o an sadece özgürsün. Karşındakine güveniyorsun, güvenmek istiyorsun. Çünkü olursa, her şey çok güzel olacak. Ve bu müthiş tarifin son malzemesi: Dans! Dans edersiniz sahnenin ortasında. Işıklar pembe, mor, mavi... Kalabalığın ortasında yalnız başınasınız. Tüm kuvvetlerden daha güçlü bir çekimin etkisine girersiniz gözleriniz kesiştiğinde! Sonunda dudaklarınız sizi dinlemez, istediğini alır...
Sizce de mükemmel olmaz mıydı? Bu büyülü an gerçekleştiği anda konuşmalara, iknalara, yalvarmalara gerek yok artık! Neyi anlatacaksın ki daha? İkiniz de içinizdeki tüm gerçekle oradasınız; kime-neyi anlatıyorsun? Düşününce her şeyin çözümü gibi...
Galiba benim hatam onu beklememek oldu? Kesinlikle beklemeye değerdi...
Ama napabilirim? Bu paranoyak zihinle bu kadar oluyor. Bir süre sonra aklımı kurcalamaya başaldı, düşünmeden edemedim: Ya o büyülü an hiç gelmezse?..




Kaynak: http://fablamaca.blogspot.com
Aktif blog: http://fablamaca.tumblr.com

22 Eylül 2011 Perşembe

Neyse...

Bazen hiçbir şey yapasım gelmiyor. Olduğum yerde durup, o an yapmakta olduğum her şeyi bırakıp, abuk subuk şeyler yapmak istiyorum. Bu abuk subuk dediğim şeyleri yapmak içinse ne cesaretim, ne zamanım ne de imkânım oluyor çoğu zaman. Mesela sırf birini görmek istediğim için uçağa atlayıp gidebilirdim eğer zamanım ve imkânım olsaydı. Bu gibi anlarda ihtiyaç duyduğum insanlara ulaşabilmek mümkün olsaydı keşke en azından. Ama öyle bir zamanda öyle bir şekilde tıkılıp kalıyorum ki, bu durumda kimseyi yanımda olmadığı için suçlayamıyorum. Kendimle baş başa kalıyorum, ve açıkçası kendimi de çok sinir bozucu buluyorum. Herkesle arası iyi de, neden benimle bir husumet içerisinde, anlamış değilim. İmkân bulsa, bir kaşık suda boğacak resmen. Zaten ne zaman yalnız kalsak, içimden bir yerlerden uzanan eli gırtlağıma gitmiyor değil hani. Neyse...


Kısa bir süre ara verdikten sonra tekrar yazayım bari dedim. Bu sefer kimsenin içinde kendini bulabildiği bir şeyler anlatmaya çalışmadan, sırf rahatlamak, iyi hissetmek için. Biraz nefes almak için belki de. Ayağına bağlanan taşlardan, iplere yazı yazarak kurtulma çabası bir nevi. Psikolojik olarak işe yaramıyor da değil. İpleri biraz da olsa zayıflatabildiğine inanıyor insan. En azından yukarı doğru yüzmek için çaba sarfetme isteği artıyor. Neyse...


Şu an oralarda neler oluyor acaba? Evet, tam sizin oralardan bahsediyorum. Buralar çok sıkıcı çünkü. Ailemin yanında oluşuma bir sözüm yok, yanlış anlaşılmasın. Buralardan kastım, buralar işte. Odam, evin arkasındaki mezarlık falan...


Neyse...

3 Eylül 2011 Cumartesi

Macera No -3-

Hiçbir şeyin yolunda gitmediğini hissettiğimiz zamanlar olur bazen. Yalnız kaldığımızı hissettiğimiz, verdiğimizin karşılığını -ki karşılık beklediğimizi söyleyemeyiz- alamadığımızı fark ettiğimiz zamanlar. Siz onların yanında olursunuz, ihtiyaç duyulduğunda çok kıymetlisinizdir ama iyi bir dinleyici olmanın yanında onların gözünde başka bir artınız yoktur ya da en azından siz öyle hissedersiniz. Hayır, tek bir kişi için yazılmış bir yazı değil bu. Çevremdeki insanların geneline yazılmış bir yazı. Bazen ben arkadaşlarımda takılıp kalmışken, onların beni çoktan geride bırakıp yeni insanlar tanıdığını ve benim yerime onlarla olmayı tercih ettiklerini fark ediyorum. Sanki ben bir ağacın gövdesiymişim de, benim uzantılarım dallanıp budaklanıyorlamış gibi. Oysa ben onlar için çok değerliydim bir zamanlar. Şimdiyse birkaç kişi hariç, zorla benimle zaman geçiriyorlarmış gibi geliyor. Eskiden oturup yüzlerce lafın belini kırdığımız masalardan artık erken kalkılıyor. "Bu haftaiçi görüşelim"ler lafta kalıyor. Aradığımda ya telefon açılmıyor ya da o gün, sonraki gün ve ondan sonraki gün hep dolu olunuyor. "Bir ben miyim acaba boş adam?" diyorum. Hayır ama ben de bir şeyler için çaba sarf ediyorum?


Çevrenizde kimse yalnız hissetmiyorken yalnızlık psikolojisine girmek dünyanın en boktan durumları içerisinde ilk 5'e oynar. Siz yanınızda birilerini ararsınız, onların yanında zaten birileri vardır. Siz bir ona, bir buna sarılırsınız; onlarsa kollarınızın arasından buharlaşıp kendi dünyalarına dönerler. Sizin, zamanında bu psikolojiden kurtardığınız birçok insan dönüp de yüzünüze bile bakmaz. Siz anlatırsınız, onlar boş cevaplar verirler her seferinde.

Sizin kabuğunuz kalındır. Kabuğun içini görenlerin çıkmasına izin veremezsiniz kolay kolay. O yüzden takılıp kalmışsınızdır o insanlara. Kabuğunuz o kadar kalındır ki, siz onu kırıp da kolay kolay dış ortama alışamazsınız. Zaten ne zaman bunu yapmaya kalksanız hayal ve kabuk kırıklarıyla olduğunuz yerde kalakalmışsınızdır. (Siz değil aslında, ben oluyorum bu kişi.) Kabuğu tamir etmek zaman alır ama etmelisinizdir. Bir dahaki denemeye kadar. Sonra kabuğunuzdan çıkmayı yine denersiniz, suratınızın ortasına yediğiniz bir sille ile kendinizi tekrar kabuğun içinde bulursunuz. Bu böyle farklı senaryolarla sürüp gider...

Hepsi çölde gezinen bedevinin gördüğü halisünasyonlardır belki de. Bedevi vahanın kıyısına oturur, vaha kaybolur her seferinde. Devamlı bir vaha arar, susuzluktan ölene kadar.