11 Kasım 2010 Perşembe

Macera No -2-

Yürüdüğü iskelenin en sağlam görünen yerine, güvenle ağırlığını verdiği anda, büyük bir çatırtıyla kendini suyun içinde buldu genç adam. Oraya gelene kadar güvenmediği pek çok tahta onu taşımışken, şimdi en rahat adımının sonucu olarak, ciğerlerine nefes bile depolayamadan suyun dibini boylamıştı.

Dalgaların ve kıyafetlerinin ağırlığının yarattığı zorluklara rağmen, bir şekilde tekrar su yüzüne çıktı. Derin bir nefes alıp, tekrar yola koyuldu. Basıp düştüğü çürük tahtanın üstünden atlayıp sağlam bir yer buldu, soluklandı. İskelenin sonuna daha çok vardı. Her adımını sağlam atıp, olabildiğince az hasarla sonuna ulaşmalıydı. Yeteri kadar soluklandıktan sonra tekrar bir adım atmaya karar verdi.

Adımını attı, ayağının altındaki tahtanın sağlamlığını kontrol etti, derin bir nefes aldı.

Güvenle ağırlığını verdiği anda, büyük bir çatırtıyla tekrar kendini suda buldu genç adam...

9 Kasım 2010 Salı

Sandık

Neler neler biriktirdim şu sandıkta...

Sinema ve konser biletleri, birkaç boncuk, birkaç bozuk para, birkaç bardak, birkaç fotoğraf ve tonlarca anı...

Tarihleri aklıma kazınmış güzel anılar biriktirdim kendim için. Hatırladıkça mutlu olduğum, dalgın gözlerimin önünde tekrar tekrar sahnelenen anılar...

Babamla balık tuttuğumuz günler... Antalya'da en uçtaki iki tahta haricinde sadece iskeleti kalmış bir iskelenin ucunda, babamla oturduğumuz günü dün gibi hatırlarım mesela... Babam bir bira da benim için açmıştı o gün, güneşin altında, babamın yanında içtiğim o soğuk biranın tadı hala damağımda.

Antalya-İstanbul yolunda giderken araba kontrolden çıkıp dönmeye başladığında ablamın elindeki iki yastıkla benim başımı korumaya çalışmasını da hiç unutmadım mesela. Ablamın beni ne kadar sevdiğini farketmiştim. Sadece, yapısı gereği, o güne kadar bunu pek dışa vurmamıştı.

Annemle ilgili bir anı seçip anlatmaya kalksam, geri kalan hayatıma haksızlık etmiş olurum sanırım. Kendimi kötü hissettiğim zamanlarda gelip bana sarılan, kendi dertlerinin hiç önemi yokmuş gibi her zaman benim için emek veren anneme birkaç ciltlik bir seri yazmam gerekir herhalde.

Ailemin dışında, sevgililerim, dostlarım, arkadaşlarımla ilgili anılar da biriktirdim sandığımda...

Tolga'yla birlikte sahilde içilen biralar, üstünden geçe geçe okunması imkansız hale gelmiş aşk hikayeleri...

Sertaç'la aramızda geçen muhabbetler...

Dört buçuk yıllık bir ilişkinin güzel anıları...

3+3 ay olarak yaşanmış tuhaf bir aşk hikayesinin küçük detayları...

Lise ve -devam etmekte olan- üniversite hayatımın güzel arkadaşlıkları...

Hepsi bu sandıkta...

Sandık da bilincimde gizli.

Sandığın gizli bir bölmesi ise bilincimin altına açılıyor.

Her gece sandığın kapağından dışarı süzülüp tuhaf rüyalarıma sebep olan gizli bölme anıları...

7 Kasım 2010 Pazar

Döngü

Gözlerini ayırmadan güneşe bakıyordu çocuk. Başını başka yöne çevirdiğinde, güneşin parlaklığından dolayı hala gözünün önünde kalan o siyah noktayı görmek hoşuna gidiyordu. Tuhaftı belki ama zevkliydi. Güneşe baktıktan sonra okumak için çabaladığı kelimeleri bile göremiyordu, çünkü tam baktığı yerde siyahtan yeşile dönen, sanki devamlı hareket eden bir küre görüyordu. Gözlerine zarar verdiğinin farkında bile değildi belki ama yine de vazgeçemiyordu. Dönüp dönüp güneşe bakıyor, sonra bir şeye odaklanmaya çalıştığında tekrar tekrar o küreyi görüyordu...

Ben de öyle bakıyordum işte O'na. O'na baktıktan sonra başımı çevirip başka bir şeye odaklanmaya çalışsam bile yapamıyordum. İşin ilginç tarafı -çocukça belki de- bundan zevk alıyordum. O'na uzun uzun baktıktan sonra, başka birinin gözlerine baktığımda, göz rengini bile ayırt edemiyordum. Gözlerime olmasa da, ruhuma zarar verdiğimin farkında olarak mütemadiyen O'na bakıyordum.

Mevsimine göre, ne kadar uzun sürerse sürsün, gün er ya da geç bitiyor. Güneş battıktan sonra yavaş yavaş kendinize gelmeye başlıyorsunuz. Gölgelerin farkına varıyor, ay ışığında daha net görüyorsunuz her şeyi. Karanlık bazen daha çok şey anlatıyor bize. Aydınlık göz kamaştırıp, her şeyi daha parlak gösterip bizi kandırırken; karanlıkta gerçek yüzleri görüyoruz.

Her günün doğuşundan batışına kadar çocuklaşıp, akşamında kendimize dönüyoruz. Sonra da buna -nedense- aşk diyoruz.

30 Ekim 2010 Cumartesi

"The Secret"

Belirsiz her şey.

Yarın ne olacağı belli değil. En doğru kararları vermeye çalışıp gerisini kadere bırakmak zorundayız. Ne olacağını kimse bilmiyor.

"Secret" diye bir kitap var ya hani? "Bir şeyin olması, onu ne kadar istediğiniz ve o konuda ne kadar pozitif olduğunuzla alakalıdır" öğretisini veren kitaptan bahsediyorum. Benim yıllardır benimsediğim felsefeyi bana anlattığı için yarısından çok daha önce bıraktım okumayı.

Evet, istediğiniz şeyi ne kadar istediğiniz önemlidir. Onunla ilgili ne kadar olumlu düşündüğünüz de önemlidir. Ta ki... İşin içine insan faktörü girene kadar...

İnsan faktörü işin içine girdiğinde kimi, neyi ne kadar istediğinizin önemi yoktur. Eğer bir terfi istiyorsanız, bu işin içinde insan faktörü var demektir. Yaptığınız iş ne kadar mükemmel olursa olsun, siz ne kadar isterseniz isteyin, üst kademenizdeki insan istemezse, sizin neyi ne kadar istediğinizin ne önemi var ki?

Ya da birine aşık oldunuz diyelim, o sizi istemediği sürece sizin ne kadar olumlu olduğunuz, ne kadar hayal kurduğunuz, ne kadar istediğiniz kimin umrunda?

Sonuç olarak istediğimiz şeyler kendi elimizde olduğu sürece kesindir. Eğer biz yaparsak, olur. Bütün etkenlerin bizim elimizde olduğu durumlar haricinde hayal kurmak, kendimizi kandırmaktan başka bir şey değil.

Kendinizi kandırmayın.

18 Ekim 2010 Pazartesi

Uzak

Kelimelere boğulmuş durumdayım!

Özel bir anda söylendiğinde değerlenecek cümleleri, özenle seçilmiş kelimeleri, hayatımdaki insanlara sadece sesle ya da yazıyla söyleyebilmek canımı sıkan. Uzak yaşamanın, insanda açtığı en büyük yara bence. Ben en çok bu duruma üzülüyorum.

Anneme onu özlediğimi söyledikten sonra boynuna sarılmak isterdim...
Ya da yeni doğmuş yeğenimin fotolarını internet üzerinden istemek yerine, istediğim zaman gidip görmeyi mesela?
Ya da sevdiğim kızın gözlerine bakarak söyleyebilseydim onu sevdiğimi, daha güzel olmaz mıydı? (Mesela diyoruz.)

Şu an sadece olabildiğince düzgün kelimeler seçerek, olabildiğince doğru vurgular yaparak hayatımdaki insanlara hissettiklerimi aktarmaya çalışıyorum. Şimdilik elimden gelenin en iyisi bu maalesef.

Ama inanın çok içten söylüyorum;
Hepinizi çok seviyorum!

8 Ekim 2010 Cuma

İki Yol





Önünde iki yol var. Seçebileceğin, dönüşü olmayan iki yol...

Birinci yol, şu an yürüdüğün yolun devamı. Çok kısa bir süre sonra anlayacağın üzere çıkmaz bir yol. Yolun ortasında ne zaman çarpacağını bilmediğin kocaman bir duvar var ve sen bunun farkındasın. "Hayır!" diyeceksin, "Sapmayacağım!" ve düz devam edeceksin. Sonunda duvara çarpıp döneceksin, "Neredeydi diğer yol?" diyeceksin ve göreceksin ki o yol artık sana kapalı.

Pişmanlık duyacaksın gittiğin yoldan sapmaya cesaret edemediğin için.


İkinci yol, seçimleri sadece senin yapamadığın, nereye gittiğini bilmediğin bir yol. Bu yol yokuş aşağı rahat rahat koştuğun bir yol da olabilir, yokuş yukarı zorlanarak çıktığın bir yol da... Ama sonunda çarpacağın bir duvar olmadığını biliyorsun. O yol da sonra ikiye ayrılabilir kim bilir? Denemeden bilemezsin.

Tek yapman gereken, sana güvenli gelse de kısa bir süre sonra ihanet edeceğini bildiğin yolu terketmeyi göze almak.


Yaşadım, yaşıyorum, bu yüzden biliyorum bu ayrımı. Sen benim kurbanı olduğum hatayı yapma diye yazıyorum bunları. Biraz düşün ve önyargılarını, bahanelerini bir kenara bırakarak karar ver kardeşim.

Ve unutma;
"It ain't about how hard you hit; it's all about how hard you can get hit, and keep moving forward. GET UP!"

6 Ekim 2010 Çarşamba

Zihnimin Dört Duvarı

Hayatımız duvar örmekle geçiyor. Her saniye yeni bir tuğla koyuyoruz duvarlarımızı yükseltmek ya da sağlamlaştırmak için. Her birimizin birer kalesi var ve biz kendimizi çevremize daha güçlü göstermek için bu kaleleri gün geçtikçe daha ihtişamlı hale getirmeye çalışıyoruz.

Duvarlarımız olmadan zayıfız. Mutluymuş gibi yapıyoruz, gülüyoruz, eğleniyoruz... Güçlü görünüyoruz bu şekilde. Kendimizi zayıf göstersek, bir saniye bile duvarlarımızı indirsek, içeriye hücum edecek anıların, duyguların haddi hesabı yok çünkü!

Duvarlarımızın dışında, içten içe ulaşmak istediklerimiz de var elbet. Belirsiz aralıklarla onları elde etmek için harekete geçtiğimizde kendi duvarlarımıza çarpmamız da bu yüzden. Onlara her ulaşmak istediğimizde başımıza saplanan ağrı da bu darbe yüzünden işte!

Kalemiz ne kadar sağlam olursa olsun, her birimiz yalnızız. İsterseniz kendinize Babil Kulesi gibi devasa bir kule inşa edebilirsiniz. Eserinizle övünebilirsiniz bile. Ama içeride yalnız başınıza çürüdüğünüzü farkettiğinizde iş işten geçmiş olacak.

"Bir önerin var mı?" diye sorarsanız, size tek bir cevabım var:

Ben her gün, her saat, her saniye kendi duvarlarına çarpa çarpa her tarafı çürük içinde kalmış bir adamım. Bir çözüm bulacak olursanız, lütfen beni de haberdar edin.

24 Eylül 2010 Cuma

Kim bilir?

Kim bilir kaç kişinin hayatından geçtik doğduğumuz günden beri.

Acaba kaç kişinin dolabında yıllardır duran bir bebeklik fotoğrafımız var? Kaç fotoğrafta arkadaki kalabalıkta göründük? Kimlerin anılarına ortak olduk farkında bile olmadan?

Kaç kişiye yol tarif ettik, kaç kişiye yol sorduk, kaç kişiye yardım ettik karşılık beklemeden?

Tanıdığımız, tanımadığımız kaç kişiyi üzdük, ya da kaç kişi mutlu ettik? Kaç kişiyi ağlattık istemeden?

Kaç kişiye çarptık, çarpıldık isteyerek ya da istemeyerek, kim bilir...

Kaç kişi kaldı aklımızda peki? Kaçına değer verdik, kaçı değerini yitirdi?

Kaç kişiyi sildik, sildiklerimizin yerine kimleri yazdık, kim bilir...

Kaç kişiden kaçtık köşe bucak, kaç kişiye en beklenmedik zamanda en kuytuda yakalandık tekrar tekrar?

Kaç kişiden kaçar gibi yaptık, arkamızdan geliyor mu diye başımızı çevirip kontrol ederek? Kaç köşede bekledik bir daha geçsin önümüzden diye?

Peki ya kaç kişiye değdi tenimiz, kaç kişiye değdi emeklerimiz?

Kim bilir...
Görsel: fab (fablamaca.blogspot.com)

18 Eylül 2010 Cumartesi

Cafe Del Mundo - Quiz Night: Slumdog Millionaire



Tarih: 16.09.2010
Mekan: Cafe Del Mundo
Tüm hazırlıklarımızı yapmış, yılda bir yapılan 1000 TL ödüllü Quiz Night - Slumdog Millionaire etkinliği için Del Mundo'daydık. Bu sefer diğer Quiz Night etkinliklerinde olduğu gibi büyük ödül bir şişe Olmeca Tequila değil, tam 1000 TL'ydi! Soru sayısı da diğerlerinde olduğu gibi 30 değil tam 50'ydi! Ben, Tolga, Alper, İpek, Elif, Sinan ve her ne kadar ekibimizin içinde görünmese de manevi desteğiyle bizi yalnız bırakmayan Panzer Erdem'den oluşan ekibimiz My Ding Ding Dong'un hedefi tabii ki birincilikti!
Yarışma için yanımızda iki dizüstü bilgisayarımızı, defterimizi, kalemimizi, fotoğraf makinelerimizi, telefonlarımızı getirmiştik herkesin yaptığı gibi. Her türlü desteğin alınmasının serbest olduğu, hızlı olanın, doğru hamleler yapanın kazanacağı bir yarışmaydı bu! Soruların çoğu internet desteğiyle bulunamayacak şekilde hazırlanmıştı. Coğrafya, bayrak bilgisi, müzik, resim, sinema, futbol, basketbol, edebiyat ve daha birçok alanda hazırlanmış sorulara karşı artık hazırdık!
Sorular gelmeye başlamadan önce ben ve Alper, birer dizüstü bilgisayarı önümüze alıp araştırma görevini üstlendik. İpek de daha önceki Quiz Night'larda olduğu gibi soru yazıcılığı görevini yerine getirmek üzere defterini ve kalemini hazırlamıştı.
Yarışma büyük bir heyecanla başladı. İlk sorulara verdiğimiz cevapların doğruluğundan şüphemiz olmadığından heyecanımız da, 1000 TL'yi kazanacağımıza olan inancımız da gittikçe artıyordu. Tolga, Elif ve Sinan birçok soruya araştırma ihtiyacı duymadan cevap vererek bizim işimizi kolaylaştırıyordu. Biz de görevimizi hakkıyla yerine getirmek için uğraşıyorduk. Önemli olan 1000 TL değil, onlarca grubun katıldığı bu yarışmada zirveye oynamaktı!
Zaman ilerledikçe daha zor sorular gelmeye başladı. İnternet aşırı yüklenmeden dolayı birkaç dakikada bir kesilirken; biz, bağlanabildiğimiz zamanlarda elimizden geldiği kadar hızlı tarıyorduk siteleri. Tolga gelen sorular hakkında yapılacak arama konusunda bana yardımcı olurken, Elif de sorular hakkında sahip olduğu fikirleri bizimle paylaşarak cevaplara daha hızlı ulaşmamızı sağladı. Sinan ve İpek, bir yandan verilen cevap kağıdına cevapları hatasız aktarmaya çalışırken bir yandan da soruları takip ederek bize yardımcı oldular. Ekip o kadar iyiydi ki, her konuda en az birimizin fikri vardı.
Son soru da geldikten sonra artık bütün Del Mundo'yu heyecan sarmıştı. Biz son araştırmalarımızı yapmaya çalışırken, Alper ve ben en az birer cevaba daha ulaşmak üzereyken internetin bir daha düzelmemek üzere kesilmesi canımızı biraz sıksa da umudumuzu kaybetmemiştik. Dakikalar geçmek bilmiyordu. Cevapları, ardından da kazananları görmek için sabırsızlanıyorduk.
Bir süre sonra ekranda "Cevaplar" yazısını gördük. Kim, ne işle uğraşıyorsa bırakıp cevaplara odaklanmıştı artık. İlk sorularda hatamız yoktu. Cevaplar açıklandıkça yanlışlarımızın sayısı artıyordu. Yanlışlarımız, cevapsız bıraktıklarımızla birleştikçe umudumuz azaltıyordu.
Açıklanan son cevabın ardından, cevapsız bıraktığımız soruların yanına tam 14 yanlışı da ekleyince beklentilerimiz azalmış, sonuçları görmek için beklemeye başlamıştık.
8.-9.-10. olarak Varuna'da kahvaltı kazananlar belli oldu önce.
Ardından da 7. ve 8. olarak şişe şarap kazanan ekiplerin adları açıklandı.
5. ve 6. olarak metrelik bira kazanan ekipleri de gördükten sonra heyecanımız artmaya başladı. "Acaba ilk 10'a giremedik mi" diye düşünenimiz de oldu, "N'oluyor lan kazanıyor muyuz yoksa?" diyenimiz de.
4. olup bir şişe Sex on the Beach kazanan ekip de biz değildik.
3. olup bir şişe Olmeca Tequila kazanan ekip sevinç çığlıkları atarken bizi stres basmış, "N'oluyor lan?" sorusunu soranların sayısı artmıştı. (Bu kişilere ben de dahildim, evet.)
Ekranda, 2.liği elde edip bir şişe Chivas Regal Whisky kazanan ekibin, yani My Ding Ding Dong'un adını okuduğumuzda önce bir anlık şaşkınlık, ardından ise büyük bir sevinç yaşadık!
1.liği ise Eskişehir Anadolu Lisesi 2002 mezunları almıştı, centilmence alkışlamak istedik ama herhalde kendileri bu işi o kadar ciddiye almışlardı ki en üst kattaki eğlenceyi yaşayarak yarışmak yerine, alt katta 4 laptopla harıl harıl soruları çözmeye vermişlerdi kendilerini. Bu yüzden onları alkışlayamadık.
Gecenin sonunda Elif'in evine gidildi ekip halinde. Kazandığımız Chivas Regal'in tadını çıkardık, dibini görene kadar!
Katıldığım ilk Quiz Night'tı ve gerçekten çok eğlenceliydi! Bütün gece birlikte yaşadığımız heyecan ve kazandığımız ikincilik için hepinize teşekkürler Tolga Örnek, Alper İduğ, İpek Kardeşler, Elif Mermer, Sinan Kut ve Panzer Erdem!

14 Eylül 2010 Salı

Stockholm Sendromu


"Bu sendroma adını veren olay 1973 yılında Stockholm'deki başarısız bir soygun girişimi sonucu ortaya cıkmıştır. Kreditbanken isimli bir bankayı soymaya kalkan soyguncular kuşatılınca bankada bulunan 4 kişiyi rehin almışlar ve altı gün boyunca direnmişlerdir. Altı günün sonunda polis operasyonu sırasında rehineler kurtarılmaya aktif olarak direnmişlerdir. Daha sonra ise soyguncular aleyhine tanıklık etmeye de yanaşmamışlardır; hatta para toplayıp savunmalarına yardımcı olmuşlardır. Bu olaydan sonra psikolojide benzer rehine-rehinci olaylarındaki yakınlaşmaları tanımlamak için kulanılan bir deyim haline gelmiştir.
(eben, 30.05.2002 19:53 ~ 06.06.2002 23:09)"

Aşk dediğimiz şey bir tür Stockholm Sendromu.

Hayatınıza beklemediğiniz anda giren, hayatınızı altüst eden kişiye sevgi beslemek, ona bağlanmak, onun iyiliği için emek vermek ve hatta onun size kötülük yaptığını iddia eden insanlara karşı onu savunmak...

"Ben kalbimin öyle attığını daha önce hiç hissetmemiştim." demişti bir arkadaşım. Olay da buydu zaten, asıl özlenen kişiler değil, hissedilenlerdi. Ama o hissedilen duyguları da O'ndan başka birinde bulmak istemeyişimizdi bizi bağlayan. O, hayatımıza beklenmedik bir anda girmiş, bizi rehin almış, bir süre direnmiş ama sonrasında teslim olmuştur. Biz ise onun yaptığının kötü bir şey olduğunu görmek yerine inatla onu savunmuşuzdur.

"Böyle olmasını o istemedi."
"O aslında böyle şeyler yapacak bir insan değil."
"Hayır, o beni rehin almadı"
"Hayır onun amacı benim canımı yakmak değildi."

Kalbimiz aklımızın önüne bir set çekmiş, bizi gerçeklerle yüzleşmekten alıkoymuştur. O, bizim canımızı yakmış, hatta canımızı almış gitmiştir.


Biz yeniden canlanırız, yeniden rehin alınırız. Rehin alınmak için doğmuşuz sanki. Hatta rehin alınmak için ölebiliriz.

3 Eylül 2010 Cuma

Eskişehir'e Gittim, Bir Ara Dönerim

Nihayet!

Radikal bir kararın, iki yıllık planın ve bir yıllık çalışmanın ardından Eskişehir'e gidiyorum! Yeni bir başlangıç için hiçbir zaman geç değil!

İki yıl önce, sınav sistemimiz henüz sayısal sınıftan mezun bir öğrencinin sözel bir bölüme yerleşmesine izin vermiyorken vazgeçmiştim İstanbul Üniversitesi'nden. "Öyle ya da böyle başka bir bölüm, istediğim bir bölüm okumalıyım." demiştim kendime. Bu düşünceyle güzel sanatlar için yetenek sınavına hazırlanmaya başladım. Çizim çalışmaları iyi gidiyordu. En azından insanlar çizdiğim kişinin kim olduğunu çok rahat anlayabiliyorlardı.

Yıl bitti, ben sınava girdim. Ya istemediğim sayısal bölümlerden birini seçecektim, ya da yetenek sınavına girip istediğim bölümlerden biri için çabalayacaktım. Sınav sisteminin değiştiği kesinleşti tercih zamanı. O zamanki kız arkadaşım "Eğer bir sene çalışıp istediğin bölüme girme şansın varsa tercih yapma." demişti. Biraz da ondan destek alarak, aileme o sene tercih yapmayacağımı, sonraki sene istediğim bir bölüme girmek için çalışacağımı söyledim. Biraz söylenseler de -ki haklılar söylenmekte- destek verdiler her zamanki gibi. Dershaneye gittim, aynı zamanda çalıştım. Kazandığım parayla dershane taksitlerimi ödedim. Çok fazla ders çalışmadım, itiraf ediyorum. Ama girdiğim derslerden maksimum faydayı sağladım. Sınavdan önceki ay son bir tekrar yaptım baştan sona.

Nisan ayındaki YGS sınavından çok iyi sonuçlar bekliyordum, ama "5 yanlış 3 boş" olması gereken sonuç "13 yanlış 3 boş" olarak geldi. İtiraz için muhatap bulamadığımdan, "Önümüzdeki maçlara bakacağız." diyerek LYS'ye hazırlanmaya başladım. Bir ay kala yaptığım son tekrar sayesinde LYS'den, dershanedeki denemelerime göre neredeyse iki kat daha başarılı bir sonuç elde ettim.

Puanlar açıklandı, tercihler yapıldı (Evet, ilk üç tercih Eskişehir'di.). Ben sonuç olarak Eskişehir Anadolu Üniversitesi'nin İletişim bölümünü kazandım. Bundan önce yaptığım tüm hataların üstünü karalayarak (çizerek, ya da üstüne sünger çekerek falan değil), o hataları yaptığım defteri de çöpe atarak, tertemiz bir deftere geçiyorum.

Şehrin adı "Eski" olsa da, benim için yepyeni bir başlangıç...

Zordu gerçekten, ama "ben yaptım, oldu".

Yapamazsın diyen çok kişi vardı. Kendilerine buradan selam ediyorum.

Baran Aşıkhasanoğlu
03.09.2010
12:26

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Köle

(...)
Kevin göğsünü sıkıştıran bir çaresizlik duygusuna kapıldı. Ama Mara'nın kalbine saplanan bir kılıcın çirkin hayali ona devam edecek gücü sağlıyordu.
(...)
Aşık olduğunuz insan için, sevdikleriniz için kendinizi ölüme bırakır mısınız?
Kanınızın son damlasına kadar savaşır mısınız sevdiklerinizin düşmanlarıyla?
Hep söylerim, "Yanlış çağda yaşıyorum ben." diye. Elimde kılıcım, üzerimde zırhım, başımda miğferim olmalıymış benim. İnandığı değerler uğruna ölecek, öldürecek bir savaşçı olmalıymışım. Yüzümde korkusuz bir ifade, ellerimde kılıç tutmaktan oluşmuş nasırlar olmalıymış.
Belki o zaman gerçekten içimdeki Baran’ı yaşardım ben...
Sevgini, sevdiklerini, onurunu, değerlerini korumak adına savaşmaktan daha iyi bir yaşama sebebi olabilir mi? Sevdiklerimize zarar verecek olan kişiler bugünkü gibi sinsi bir şekilde hareket etmek yerine, ellerinde kılıçlarıyla gelseydi daha iyi olmaz mıydı? En azından onları ortadan kaldırmak için yeterli sebebimiz olurdu. Canımıza, sevdiklerimizin canına kast edildiği net bir şekilde ortadayken kimse bizi yargılayamazdı. Bugünkü gibi uzun ve süslü cümleler yerine, sevdiklerimiz için, O’nun için neler yapabileceğimizi, ne tehlikelere katlanabileceğimizi, elimizde düşman kanıyla ıslanmış kılıcımızla göstermek daha dürüstçe olmaz mıydı?
Cümleler bir yerden sonra yetmiyor. Kanıtlamak için elimize fırsat bile geçmiyor. Sevgimiz, aşkımız lafta kalıyor.
Ve biz kendimizi fantastik bir hikayenin içinde, aşık olduğu Egemen Leydi’sine zarar gelmesin diye savaşan bir kölenin yerine koyuyoruz ancak. Bacaklarında ve kollarında derman kalmamışken, duyduğu sevginin verdiği enerjiyle tekrar ayağa kalkıp kılıcını savuran bir kölenin yerine...

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Kısık Ateş

Bir denize düştük.
Hayatın acılarından kurtulduğumuzu sandık bu serinlikte. Derin derin nefes aldık. Yüzümüzdeki gülümsemeler gerçekti. Aldığımız nefes taze, gördüğümüz yüzler samimiydi.

Hiç çıkmak istemedik...

Sonra mevsim değişti, su ısındı. Ve hareketler daha yorgun, gülümsemeler daha zoraki görünmeye başladı. Kıvamı koyulaşıyordu sanki suyun. Hareket etmek gittikçe zorlaşıyordu. Yüzlerdeki gülümseme kaybolmuş, hayatta kalma savaşı başlamıştı.

Serinliğiyle canlandığımız suda, acılarımızı özlüyorduk.

Zaman geçti...

Jöle kıvamına gelmiş sıvının içinde hareketsiz, nefessiz kaldık. Oysa biz denize düştük sanmıştık. Kısık ateşte piştiğimizin farkına varmamıştık.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Yek

Son zamanlarda kendimi çok "yanlış" hissediyorum.

Ya hayatımda ilk kez doğruları yaptığım için bu durumu yadırgıyorum (N'olur böyle olsun!) ya da gerçekten yanlış yaptığım şeyler var.

Doğru yapıyorsam neden bazı konularda çok eksik hissediyorum? Açgözlü mü davranıyorum? Yoksa doğru mu elimdekinin yetersiz olduğu? Elimdeki yetersizse ben zaten bir şeyleri doğru yapmayı başaramıyorum demektir.

Yanlış yapıyorsam neden çevremdeki herkes doğru yolda olduğumu söylüyor bu sefer? Doğru seçim, doğru his, doğru hedef, doğru sevgi, doğru çaba... Dışarıdan bu kadar net bir şekilde görünüyorsa, yanlış bir şey yapmıyorumdur herhalde?

Yanlışlar içinde yüzerken doğru şeyler yaptığımı sanıyordum, şimdiyse birçok yanlıştan kendimi sıyırmışken, kendimi eskisinden daha "yanlış" hissediyorum.

Belki de yanlış değil, yalnızım?..

26.07.2010

16 Temmuz 2010 Cuma

Anladım...

Bir su küresi gibiydim ben...

Ne zaman altüst etse beni hayat, düzeldiğimde rengarenk ışıklar saçarak geri döndüm. Ama zaman geçtikçe ışıklar hep duruldu.

Ve hayat ne zaman sıkılsa beni tekrar altüst etti.


Kibrit yakıp izleyen bir çocuk gibiydim ben...

Yaptığım her şeyi, emek gerektiren yerine kadar getirip, orada terk ederdim. Kibritin ateşi elini yakmaya başladığında kibriti yere atan bir çocuk gibi...

Ve sarıldığım her şey, bir kibrit gibi elimi yaktı her seferinde.


Bu kez ne hedeflerimden, ne de tutkularımdan vazgeçmek niyetindeyim. Seçtiklerime, sevdiklerime sıkı sıkı sarılıp; yaksa da, yorsa da onları bırakmamak amacım. Altüst olmadan da etrafa ışıklar saçmak, elim yansa da dayanmakmış önemli olan, anladım...

13 Temmuz 2010 Salı

Kurcalama, Bozarsın

Neredeyse her çocuğun, büyüklerinden duyduğu; ama pek kulak asmadığı bir cümledir "Kurcalama, bozarsın." cümlesi.

Çoğu insanın (özellikle de erkeklerin) başına gelmiştir. Bir aile büyüğünün televizyonunun kanal ayarı bozulur. Küçük çocuk, nasıl ayarlanacağını bildiği için kumandayı kapar ve başlar kanal aramaya. Çocuğun kumandaya yapışmasının ardından malum cümlenin gelmesi kaçınılmazdır:

"Kurcalama, bozarsın."

Anneannemden, babaannemden, dedelerimden artık bu cümleyi duymasam da, şu an ne kadar haklı olduklarını anlıyorum.

Hayatımda yaptığım hataların büyük bir kısmının "kurcalamak"tan kaynaklandığının farkındayım artık. Örneğin okul hayatımın aksamasının sebebi, lise 2. sınıfa başladığımda sözel sınıftayken, içinde bulunduğum durumu "kurcalayıp" sayısal sınıfa geçmiş olmamdır.

Sadece okul hayatı değil, ikili ilişkilerde de geçerli aynı kural. Kurcaladıkça bozuluyor birçok şey. İki arkadaşınızın arasındaki sorunu çözmek için, iyi niyetli bir şekilde sorunu "kurcaladığımızda" kötü adam biz oluyoruz. Doğru bir şey yaptığımızı zannederken, durup dururken kendimizi sorunların içine soktuğumuzu farketmeyiz bile çoğu zaman.

Sevgilinle güzel bir ilişkin var. Onun varlığı bile seni mutlu etmeye yetiyor. Fakat yokluğu canını sıkıyor sebepsiz yere. Aslında ortada bir sorun yok. Sen, normalde olmayan, ışığın geliş açısından dolayı varmış gibi görünen pürüzlere takılıp da bir şeyleri kurcalamaya başladığında, güzel giden ilişkideki tek pürüz, senin yarattığın sorunlar oluyor.

"Peki neden görüntü bulanık?"

Bazı şeylerin istediğin kadar net görünmemesinin tek sebebi yanlış kanalda olman belki de! Tek bir düğmeye basıp, başka bir frekansa geçtiğinde görüntü tamamen netleşebilir, hiçbir sorun kalmayabilir. Kanalın kendi kendine değişmesini beklemenin de saçma olduğu konusunda hemfikiriz sanırım.

Eğer hayatını kurcalamaya devam edersen, elinde hayatının kurcaladığın kısımlarından kopardığın ufak parçalar kaldığını göreceksin. Eğer dikkatsiz davranmaya devam edersen, hayatını çalışmaz hale getirebilirsin. Benden sana tavsiye; zamanında dedemin de dediği gibi:
Kurcalama, bozarsın.