14 Aralık 2011 Çarşamba

Çocuksu

Bir çocuk gibi hissediyorum kendimi son zamanlarda. Elimde tuttuğum bozuk paralarla, gittikçe kızaran bir yüzle dondurmacıya ne istediğimi bir türlü söyleyemiyorum. Dondurma yemeyi çok istemiştim halbuki, onun için gerekli parayı uzun zamandır dokunmadığım kumbaramdan çıkarmış, avcumda sıkı sıkı tutarak koşmuştum buraya. Şimdiyse elimde paralarla dondurmacının karşısındayım ama olmuyor işte, söyleyemiyorum. O zaten benim ne istediğimi biliyor belki ama ben öylece bakıyorum ve utancımdan gittikçe kızarıyorum.


Sonra sokağa fırlıyorum. Gereksiz bir gülümseme suratımda. Çocuğum çünkü, daha güzel ne olabilir ki? O anki çocukluğumda bir sorumluluğun ağırlığı yok. Normalde olsa somurturum, başım döner, tansiyonum düşer. Ama o an normal değilim, çocuğum ve çocukların tansiyonu düşmez. En fazla kendi düşer. "E çocuk bu, düşe kalka öğrenecek." derler ona da.


Çocuktur, düşer. Dizindeki yaraya mı yoksa avuçlarındaki zedelenmelerin acısına mı ağlayacak bilemez. O, o an çocuktur ve bunlar onun için en büyük sorunlardır.


İşte ben bu yüzden bir çocuk gibi hissediyorum.
Düşmeden koşmayı bırak, dondurmacıdan dondurma almayı bile beceremiyorum bazen.

24 Kasım 2011 Perşembe

Beş Yapraklı Yonca

Son zamanlarda çevremdeki insanların mükemmeli aradığını farkediyorum. Kimsenin ulaşamayacağı mükemmelliği arama, ya da mükemmel olma çabasını anlayamıyorum açıkçası. İnsanlar elde etmek istediklerini var olmayan şeylerden seçip, onlara ulaşmak için boşuna çaba sarfediyorlar. Bahsettiğim şey iş ya da öğrencilik hayatıyla ilgili değil. Ulaşılması çok zor yerlere ulaşılabilir fakat olmayan bir şeye ulaşmak ne kadar mümkün olabilir ki? İnsanları mükemmelliğe yakınlığıyla değerlendirip ona göre davranamazsınız. Ya da yaptığınız her (hatta hiçbir) işte ortaya çıkardığınız ürünün mükemmel olmasını bekleyemezsiniz. Mükemmeli aramak, beş yapraklı yonca aramak gibidir. Belki dünyada bulunabilir ama onun da genetiğinde sorun olduğundan emin olabilirsiniz. Bu da mükemmelliği ortadan kaldırır, ki bu durumda yine başladığımız yere döneriz.


Ben yazılarımın, yazılarımda belirttiğim fikirlerin mükemmel olduğunu savunmuyorum örneğin. Mükemmele ulaşmak için de uğraşmıyorum. Belki daha iyiye gidiyorum, belki onu bile beceremiyorum, bilmiyorum açıkçası. Çevremdeki insanları da mükemmele yakın oldukları için seviyor değilim. Hatalı, sorunlu olduklarını ima etmiyorum. Sadece oldukları gibi seviyorum. Çünkü o insanlar, benim için, oldukları gibi değerliler.


Şansımızı, imkanları, insanları zorluyor; onlardan mükemmel olmalarını ya da bize mükemmeli getirmelerini bekliyoruz. Bunu ne amaçla yaptığımız konusundaysa hiçbir fikrim yok.


Belki de hayatı fazla sorguluyoruz.


Ya da ben şu anda biraz fazla sorguladım, bilemiyorum...

21 Ekim 2011 Cuma

2'de 1

Acaba uyuyamamak delirtir mi insanı? Yapacak bir şey bulamadığından yatağında dönüp duran, günün ilk ışıklarıyla aydınlanmaya başlayan evde gezinen insan daha ne kadar dayanabilir acaba buna? Günün en soğuk vakti derler güneş doğmadan hemen önceki vakte. Bence günün en yalnız vaktidir aynı zamanda. Daha bir üşütür insanı. Hele bir de uyuyamıyorsa... İşte o vakitlerde uyutmayan bir yorgunluk çöküyor üzerime. Kafamda tavana çizdiğim resimler, üzerimde ise sanki uzun süredir taşıdığım bir ağırlık...


Gerçekten; uyuyamamak delirtir mi insanı? Gerçekle hayali karıştırıp, bir rüya bile göremeden geçen karanlık zamana daha ne kadar katlanılabilir? Günün en soğuk saatlerinde, hiçbir çabanın fayda etmediği uykusuzlukla daha ne kadar süre başa çıkılabilir?


İki günde bir uyuyorum yine. Dünün yorgunluğu, bugünün yorgunluğuyla birleşip, rüyasız, dinlendirmeyen bir uykuya itiyor beni. Uykuya dalmak denemez buna; sızıyorum resmen.

23 Eylül 2011 Cuma

Ya O Büyülü An Hiç Gelmezse?

(Bunu uzun süredir yapmak istiyordum. Fab'dan alıntıdır.)


Hayatta her şey istediğimiz gibi gitmiyor! (Sürpriiiizz!)
Zaten her şey de dört dörtlük olsun diyen yok ama olmayanlar hep listemizin başındaki şeyler oluyor. Gerçi onları liste başı yapan ne onu düşünmek lazım. Biz tabii! O liste yukardan bize faxlanmıyor. Liste bizim. "Keşke Olsa" listesi! Sürekli gözümüzün önündeki ince-şeffaf bir perde gibi orada. Hayatlarımızı yönlendiriyoruz; nasıl? Listede ne warsa onu yaparak.
Okula gidiyoruz, sınavlara giriyoruz; çünkü listede başarı var!
Tatile gidiyoruz, barlara, sinemaya gidiyoruz, özledik diye taksime gidiyoruz; çünkü listede eğlence de var!
Ailemizi görüyoruz, arkadaşlarımızı görüyoruz; çünkü listede paylaşmak ve ait olunmak da var...
Saçımızı güzel güzel kestiriyoruz, güzel güzel kıyafetler alıp, güzel güzel kokular sıkıyoruz, spor salonlarında kanter içinde mekik çekiyoruz; listede kesinlikle beğenilmek de var!
Sabah kalkınca yatağımızı topluyoruz (ben genelde toplamıyorum), evi topluyoruz, çöpü çıkarıyoruz, elektriği ve suyu ödüyoruz; çünkü listede hayatımızın parçası olan her şey var...
Aşık olmak istiyoruz, aşık olunmak istiyoruz, bunun ikisinin aynı anda olabilmesini çok çok çok istiyoruz; çünkü her nasılsa listenin en tepesinde aşk var!..
"Aşık olmak mı, olunmak mı?" diye bir soru var ya. Eskiden bunun cevabını (mantıksal olarak) "aşık olunmak" şeklinde verirdim. Biri seni severse, sen de onu seversin, olur biter. Ama insanın başına "sen misin bunu diyen?!" şeklinde olaylar gelince gerçeği daha net görüyorsunuz. Biz "aşık olmak" istiyoruz. Hem de çok istiyoruz! Bazen o kadar çok istiyoruz ki bunu bir sürü şeyi gözden kaçırıyoruz. Bizi gerçekten seven insanlara yazık olduğunu, kendimizin ne kadar salak olduğunu düşünüyoruz. "O kız beni gerçekten seviyor ama ben hala sevmeyenin sevmesi için uğraşıyorum! Neden?" dediğiniz olmadı mı hiç? Gerçekten neden? (Bir de bunun değişik versiyonu var: Kızlar neden hep serserilerin peşinden gider?)
Genel olarak içimizdeki mazoşist bir yandan bahsediyor herkes; acı çekmeyi seviyormuşuz. Gerçekten de aşk acı mı verir ki insana? Tamam veriyor ama bizim onu liste başı yapmamızın sebebi acı çekmek istememiz mi?...
Aşık olmanın güzel tarafı şu: Bazen (her nasıl oluyorsa artık) zamanla karşınızdakinin buna değmediğini anlasanız bile körü körüne seviyor ve mutlu da oluyorsunuz. O zaman aşk bir gerçek değil, yanılsamadır. Hatta bittikten sonra 7 ay boyunca "Ama her şey ne kadar da güzeldi!" şeklinde bi ton zırvalar yazıyorsunuz! (tamam o bendim =P) Söz konusu kişinin de yorumu "Ne gerek vardı?" olunca, ışıklar sonsuza kadar kapanıyor. Ama siz ışıklar kapanana kadar hala aşkın pençesindesiniz! Gerçekten seviyoruz sanki acı çekmeyi?.. (Bu yazı bir yere gitmiyor...)
Gerçeklik göreceli bir kavram... Ta ki gerçeği görene kadar!
Aşık olabileceğiniz birini bulduğunuzu düşünüyorsunuz. Hatta bu gerçekten güzel bir ilişki olsun, diğerlerine benzemesin diyorsunuz. Ama biraz bana benziyorsanız hep olmicak kişilere gönül veriyorsunuz. Üstüne ısrarla onu istiyorsunuz. Bu safha, kendinizi kandırmaya başladığınız safhayla aynı! İşaretleri (şu meşhur işaretler) kendinize göre yorumluyorsunuz. Kendinizi, onun da sizinle aynı şeyi istediğine inandırıyorsunuz. Eğer bir de bu kişi arkadaşınızsa... Buyrun eğlenceye!.. Öyle biri düşünün ki, onunla nasıl sevgili olabileceğinizi bile bilmiyorsunuz! Birlikte olsanız çevreniz ölesiye karışacak ve biliyorsun ki bu sizi çok yıpratacak. Ama unutmayın, kendinizi kandırma safhasındasınız. Kendinize şunları fısıldıyorsunuz: Aşk bunların üstesinden gelir! (Hadi lenn!)
Elini tuttuysan n'olmuş? Birlikte uyumaktan ne çıkar? Gerçeği açıklama zamanının gelmediğini düşündüğünden yazdığın garip garip mesajlara daha garip mesajlar gelebilir; ne var bunda? "Açıkla, anlat" demelerini yanlış yorumlamış olamaz mısın yani? Yanlışı tam bu noktalarda yapıyoruz işte.
Bahsettiğim büyülü an bunların hepsinin çözümü olan şey. Bu konuşmalara, mesajlaşmalara, mailleşmelere gerek olmayan, harika bir şey! Öyle bir an ki, her şey çözülüverir kafanızda, sorunlar kalkar ortadan, sadece o ve sen kalırsın; kaygılar, korkular, endişeler olmadan.
Ve ilginçtir ki genelde bu müzik olan ortamlarda daha iyi olur (müziğin büyüsü). Benim kafamdaki şuydu: Güzel bir gece, eğlenen iki insan (biz)... Saat geç, alkol bizi bizden almış biraz ama sadece biraz. =) Öyle bir seviyedeki, aslında sadece kapağımızı biraz kaldırmış, içimizin gözükmesine izin vermiş. Hani o korkularla, endişelerle örülmüş, mantıkla sıvanmış, bizi dış etkilerden koruyan kapağımız var ya? Onun biraz aralanmasına izin vermiş ve içimizdeki gerçekler dökülüverecek neredeyse ortaya. O anda harika,"büyülü" bir parça çalar. (Love Song mesela?) Kadehler önce şerefe kalkar, sora dudaklara gider. Son yudumla biraz daha aralanır o kapak. Normalde kendini çok savunmasız hissetmelisin ama o an sadece özgürsün. Karşındakine güveniyorsun, güvenmek istiyorsun. Çünkü olursa, her şey çok güzel olacak. Ve bu müthiş tarifin son malzemesi: Dans! Dans edersiniz sahnenin ortasında. Işıklar pembe, mor, mavi... Kalabalığın ortasında yalnız başınasınız. Tüm kuvvetlerden daha güçlü bir çekimin etkisine girersiniz gözleriniz kesiştiğinde! Sonunda dudaklarınız sizi dinlemez, istediğini alır...
Sizce de mükemmel olmaz mıydı? Bu büyülü an gerçekleştiği anda konuşmalara, iknalara, yalvarmalara gerek yok artık! Neyi anlatacaksın ki daha? İkiniz de içinizdeki tüm gerçekle oradasınız; kime-neyi anlatıyorsun? Düşününce her şeyin çözümü gibi...
Galiba benim hatam onu beklememek oldu? Kesinlikle beklemeye değerdi...
Ama napabilirim? Bu paranoyak zihinle bu kadar oluyor. Bir süre sonra aklımı kurcalamaya başaldı, düşünmeden edemedim: Ya o büyülü an hiç gelmezse?..




Kaynak: http://fablamaca.blogspot.com
Aktif blog: http://fablamaca.tumblr.com

22 Eylül 2011 Perşembe

Neyse...

Bazen hiçbir şey yapasım gelmiyor. Olduğum yerde durup, o an yapmakta olduğum her şeyi bırakıp, abuk subuk şeyler yapmak istiyorum. Bu abuk subuk dediğim şeyleri yapmak içinse ne cesaretim, ne zamanım ne de imkânım oluyor çoğu zaman. Mesela sırf birini görmek istediğim için uçağa atlayıp gidebilirdim eğer zamanım ve imkânım olsaydı. Bu gibi anlarda ihtiyaç duyduğum insanlara ulaşabilmek mümkün olsaydı keşke en azından. Ama öyle bir zamanda öyle bir şekilde tıkılıp kalıyorum ki, bu durumda kimseyi yanımda olmadığı için suçlayamıyorum. Kendimle baş başa kalıyorum, ve açıkçası kendimi de çok sinir bozucu buluyorum. Herkesle arası iyi de, neden benimle bir husumet içerisinde, anlamış değilim. İmkân bulsa, bir kaşık suda boğacak resmen. Zaten ne zaman yalnız kalsak, içimden bir yerlerden uzanan eli gırtlağıma gitmiyor değil hani. Neyse...


Kısa bir süre ara verdikten sonra tekrar yazayım bari dedim. Bu sefer kimsenin içinde kendini bulabildiği bir şeyler anlatmaya çalışmadan, sırf rahatlamak, iyi hissetmek için. Biraz nefes almak için belki de. Ayağına bağlanan taşlardan, iplere yazı yazarak kurtulma çabası bir nevi. Psikolojik olarak işe yaramıyor da değil. İpleri biraz da olsa zayıflatabildiğine inanıyor insan. En azından yukarı doğru yüzmek için çaba sarfetme isteği artıyor. Neyse...


Şu an oralarda neler oluyor acaba? Evet, tam sizin oralardan bahsediyorum. Buralar çok sıkıcı çünkü. Ailemin yanında oluşuma bir sözüm yok, yanlış anlaşılmasın. Buralardan kastım, buralar işte. Odam, evin arkasındaki mezarlık falan...


Neyse...

3 Eylül 2011 Cumartesi

Macera No -3-

Hiçbir şeyin yolunda gitmediğini hissettiğimiz zamanlar olur bazen. Yalnız kaldığımızı hissettiğimiz, verdiğimizin karşılığını -ki karşılık beklediğimizi söyleyemeyiz- alamadığımızı fark ettiğimiz zamanlar. Siz onların yanında olursunuz, ihtiyaç duyulduğunda çok kıymetlisinizdir ama iyi bir dinleyici olmanın yanında onların gözünde başka bir artınız yoktur ya da en azından siz öyle hissedersiniz. Hayır, tek bir kişi için yazılmış bir yazı değil bu. Çevremdeki insanların geneline yazılmış bir yazı. Bazen ben arkadaşlarımda takılıp kalmışken, onların beni çoktan geride bırakıp yeni insanlar tanıdığını ve benim yerime onlarla olmayı tercih ettiklerini fark ediyorum. Sanki ben bir ağacın gövdesiymişim de, benim uzantılarım dallanıp budaklanıyorlamış gibi. Oysa ben onlar için çok değerliydim bir zamanlar. Şimdiyse birkaç kişi hariç, zorla benimle zaman geçiriyorlarmış gibi geliyor. Eskiden oturup yüzlerce lafın belini kırdığımız masalardan artık erken kalkılıyor. "Bu haftaiçi görüşelim"ler lafta kalıyor. Aradığımda ya telefon açılmıyor ya da o gün, sonraki gün ve ondan sonraki gün hep dolu olunuyor. "Bir ben miyim acaba boş adam?" diyorum. Hayır ama ben de bir şeyler için çaba sarf ediyorum?


Çevrenizde kimse yalnız hissetmiyorken yalnızlık psikolojisine girmek dünyanın en boktan durumları içerisinde ilk 5'e oynar. Siz yanınızda birilerini ararsınız, onların yanında zaten birileri vardır. Siz bir ona, bir buna sarılırsınız; onlarsa kollarınızın arasından buharlaşıp kendi dünyalarına dönerler. Sizin, zamanında bu psikolojiden kurtardığınız birçok insan dönüp de yüzünüze bile bakmaz. Siz anlatırsınız, onlar boş cevaplar verirler her seferinde.

Sizin kabuğunuz kalındır. Kabuğun içini görenlerin çıkmasına izin veremezsiniz kolay kolay. O yüzden takılıp kalmışsınızdır o insanlara. Kabuğunuz o kadar kalındır ki, siz onu kırıp da kolay kolay dış ortama alışamazsınız. Zaten ne zaman bunu yapmaya kalksanız hayal ve kabuk kırıklarıyla olduğunuz yerde kalakalmışsınızdır. (Siz değil aslında, ben oluyorum bu kişi.) Kabuğu tamir etmek zaman alır ama etmelisinizdir. Bir dahaki denemeye kadar. Sonra kabuğunuzdan çıkmayı yine denersiniz, suratınızın ortasına yediğiniz bir sille ile kendinizi tekrar kabuğun içinde bulursunuz. Bu böyle farklı senaryolarla sürüp gider...

Hepsi çölde gezinen bedevinin gördüğü halisünasyonlardır belki de. Bedevi vahanın kıyısına oturur, vaha kaybolur her seferinde. Devamlı bir vaha arar, susuzluktan ölene kadar.

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Ben ve Kendim Üzerine

Hep merak ederdim insanlar nasıl sinir krizi geçiriyor ya da nasıl psikolojik sorunlar yaşıyor diye. Bana göre psikolojik sıkıntı yaşamak imkansız bir şeydi hep. Kendi kendimin antidepresanıyım derdim. Bu gece farkına vardım ki ben başkalarının antidepresanı olma rolünü üstlenmişken kendimi unutmuşum. Hayatın her türlü sıkıntıya rağmen devam ettiğini, üstesinden gelinemeyecek sorunun olmadığını, hayatın odak noktasının başka insanlar değil, bizzat insanın kendisi olduğunu insanlara anlatmaktan bir an bile vazgeçmezken kendime anlatmayı bırakmışım uzun süredir.

Herkesin gördüğü "mutlu insan" imajının altında "sadece bir insan"ın olduğunu unutmuşum ve kendimi bu yönde çok ihmal etmişim. Sanırım bu sebepten kendime bir özür borçluyum. Dedim ya "İnsanlar nasıl böyle şeyler yaşıyor?" derdim hep. Kendimle çelişmemin tamamen kendimi ihmal etmemden kaynaklandığını düşünüyorum. Kendim, ona yeterli değeri vermediğimden, varlığını bu şekilde hatırlatmak yolunu seçmiş olmalı. Belki de gerekliydi; benim hayatımda bir de "ben" olduğu gerçeğini görmem, bunu kabul etmem için.

Yalnızlık dediğimiz şey, aslında kendi kendimizle baş başa kalmakmış. Eğer yalnız kaldığınızda, baş başa kaldığınız birini bulamıyorsanız, "kendiniz" buna isyan ediyor ve ben burdayım diye sesleniyor size. Eğer duymazlıktan gelir ve "kendiniz"i yok sayarsanız sonuç hiç de hoş olmuyor. Öyle ya da böyle, taktığınız maskenin altında, ördüğünüz duvarın arkasında bir insan olduğunu anlıyorsunuz. Birileri(!) size anlatıyor en güzel şekilde.

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Küf

İnsanlar tanıyorum. Aynı zamanda insanları tanıma fırsatı buluyorum. Elimden geldiğince her türlüsünü tanımaya çalışıyorum en azından. Hayatımın geri kalanında yaşanacak hayal kırıklıklarını kabul edilebilir, belki de atlatılabilir hale getirmek için yapıyorum bunu. İnsanlara değer veriyorum. Bunu yapmak zorundayım. Çünkü değer verdiğim insanlardan dolayı başıma gelecek kötü olaylara da hazırlanmalıyım hayatım boyunca. Son birkaç gündür farkettiğim şey ise şu: Hayatında büyük bir yere (en azından yeteri kadar büyük bir yere) sahip olmadığım insanlar, ihtiyaçları oldukça beni en yakınındaki insan olarak görecek; istedikleri mutluluğa sahip oldukları anda da kendisine yeni oyuncak alınmış bir çocuğun eski oyuncağına olan ilgisini yitirmesi gibi, beni bir kenara koyup hayatına onunla devam edecek. Bunun (onlar için) en acı tarafı ise; yeni oyuncağı kırıldığında eskisiyle oynamaya başlayan çocuğun hislerine benzer şekilde, o kişiler bana geri döndüğünde benden aynı samimiyeti göremeyecek olmaları. Bu belki beni de üzecek ama değer verdiğim insanın bana oyuncak muamelesi yapması kabullenebileceğim bir şey değil; hiçbir zaman da olmayacak.

Eskiden beni dinleyen, verdiği değeri bana hissettirmeye çalışan insanların, zaman geçtikçe benden uzaklaşmasına yardımcı olmam ise engelleyemediğim bir durum. Çünkü değer verdiği insanların mutlu olması için çaba sarfeder her insan. O mutlu olduğu anda rafa kaldırılmak çok olasıdır. Bu, kabullenilebilir olmasa da anlaşılabilir. Yine de o insanın hayatında sadece bir rafta durmak, onun hayatını uzaktan, içinde olmadan izlemek can acıtır. Çünkü insanın raf ömrü bir gün bile değildir. Rafta durmadığı sürece hayat boyu var olabilir, ama rafa kaldırıldığı anda görevi sona ermiştir. Öğrenci evinde dolaba atılmış bir yemek gibi küflenecek, ve zamanı geldiğinde, karın acıktığında, faydalı olabilir hiçbir tarafı kalmayacaktır.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Çöküş

Gün geliyor; gülüp geçtiğim ufak sıkıntılar içimde öyle bir birikiyor ki, ağzımı açsam sanki fışkıracaklarmış gibi hissediyorum. Aldığım nefes yetmiyor, gözlerim dalgın dalgın bakıyor ve üşüyorum sanki. Cenin pozisyonu almak geliyor içimden. Sanki içimi katı bir maddeyle doldurmuşlar da diyaframım çalışmaz, ciğerlerim genişlemez olmuş gibi...

Etraftaki herkes yabancı olmuş, her beklenti bir yenilgiye dönüşmüş, yüzümdeki gülümsemeyi bir yerde kaybetmişim sanki. Düşündüğüm, odaklanabildiğim hiçbir şey olmamasına rağmen sanki kafam düşüncelerle doluymuş gibi hissediyorum böyle zamanlarda.

İçimde biriktirdiğim hayal kırıklıklarını kusabilmek, kusup da kurtulabilmek istiyorum. Ama ne yazık ki yapabileceğim tek şey kendi kendime gülümsemeyi deneyerek hayal kırıklarını halının altına süpürmek.

Yalnız kalayım desem, yalnızlık yaramıyor bana. Arkadaşlarımın arasında dalgın gözlerle, yetmeyen nefesimi belli ederek oturmak da istemiyorum.

Öyle bir an geliyor ki sonra, hiç kimsenin çıkaramayacağını düşündüğüm o karanlıktan dostum tutup çıkarıyor beni. Ensemden tutuyor, alnını alnıma dayıyor, "Oğlum bak yalnız değilsin. Birlikte aşamayacağımız bir şey göster bana." diyor. Kısa bir süre cenin pozisyonunda kaldıktan sonra kendime geliyorum. Derin bir nefes alıp arkadaşlarımın arasına dönüyorum. Ufak tefek şeylere gülüyor, eğleniyorum.

Sanırım tekrar dünyaya dönüyorum yavaştan...

"Kardeşim" diyorum, "iyi ki varsın."

İnsan kendi içinde kaybolup gittiğinde, nefessiz kalıp çırpınmaya başladığında, o karanlıktan çıkaracak bir ele ihtiyaç duyuyor. İşte o elin sahibi oluyor "dost" dediğimiz.

15 Ocak 2011 Cumartesi

Mola

Arka cebinden çıkardığı beklentileri masaya fırlattı çocuk. Herkes görsün istedi, beklediği ama sahip olamadığı şeyleri. Kimini sadece beklemiş, kimi için uzun yollar katetmişti ama arka cebini dolduran beklentilerden çok azını yan cebine koyabilmişti. Kimi beklentisine adım adım yaklaşmış, son adımı atmaktan korkmuştu. Son adımı atıp, dalından bir meyveyi alır gibi elini uzatıverse çok daha güzel olacaktı belki de her şey...

Masadakiler büyülenmiş gibi izledi çocuğun hareketlerini. Ellerinin titrediğini, nefesinin daraldığını farkettiler. Beklentilerin masadaki ağırlığını herkes hissetmişti sanki. Çocuğun beklentileri, cebinden çıkardığı andan itibaren büyümeye başlamış ve gittikçe asıl boyutlarına yaklaşır olmuşlardı. Bu değişimi takip eden kalabalık çocuğun gözlerindeki yaşların farkına bile varmadı. Gözler beklentilerdeydi ve herkes bu büyüyen yığından korkmaya başlamıştı.

"Şimdi, izninizle." dedi çocuk. Beklentilerin ağırlığından bir süre kurtulmak onu biraz rahatlatmış gibiydi. Elini uzattı, bir anda küçücük hallerine geri dönmüş beklentilerini aldı, birini yan cebine, diğerlerini tekrar arka cebine koyarak odadan ayrıldı...

10 Ocak 2011 Pazartesi

Umut

"You have to make the right choice. As long as you don't choose, everything remains possible."

diyor Mr.Nobody filminde. Seçim yapmadığımız sürece her şeyin mümkün kalması filmlere has bir şey olsa gerek. Zira gerçek hayatta seçim yapmadığımız takdirde bütün seçenekler ortadan kalkıyor. En azından bana hep böylesi denk geldi.

Bazen önümüzde seçebileceğimiz iki "mümkün" şey oluyor. Birini seçersek, diğerini kaybediyoruz haliyle.

Bazen de mümkün olduğundan emin olmadığımız şeyler için harekete geçmek ya da geçmemek konusunda bir seçim yapmamız gerekiyor. Harekete geçmediğimiz takdirde elde etme ihtimalimiz daha düşük olsa da, biz genelde olduğumuz yerde durup, istediğimiz şeyin bir şekilde olmasını bekliyoruz.

Bu kez kendi kendime "Bu sefer harekete geçeyim bakalım ne olacak?" dedim. Ya olacak ya olmayacak. Gayet net!

Olsa da olmasa da, son birkaç gündür kendime söylediğim tek şey şu:

"Yapmadığım için pişman olacağıma, denediğim ve başaramadığım için pişman olayım. En azından elimde somut bir neden olsun."